Büyük değişim beklentilerinin hakim olduğu seçimlerden Erdoğan ve Cumhur İttifakı bir kez daha zaferle çıktı. Ancak bu sonuç, bir değişim olmayacağı anlamına gelmiyor. ‘Değişim’ sözcüğü bugünlerde ana muhalefette seçim sonrasında başkan değişimine indirgenmiş bir talebe işaret ediyorsa da yaşadığımız şey, bundan çok daha fazlası.
Depremler ve seçim sürecinin ardından kontrgerilla içi dengeler de iktidar bloğunun toplumsal tabanındaki dinamikler de düzen içi muhalefetten sosyalistlere kadar muhalefetin her kesimi de yeni bir sürece giriyor. Ne iktidar açısından ne işçileşmiş Türkiye halkları açısından ne de devrimci muhalefet açısından hiçbir şeyin aynı kalmayacağı, dengelerin yeniden kurulacağı bir süreç işleyecek. Bu yeniden kuruluş sürecinin kimlerin öncülüğünde, hangi zeminlere ve sınıf katmanlarına dayanarak örgütleneceğine dair verilen kavga da temel çatışma düzlemi olacak.
11-12 Temmuz’da yapılan NATO Zirvesi’nin odağında, ABD-AB-NATO cephesinin Rusya’yı kuşatma stratejisinin adımlarına dair tartışmalar vardı. Rusya’nın sınırındaki İsveç’in üyeliği konusunda Erdoğan’ın da ‘onayı’ alınmasıyla kuşatmaya dair önemli bir adım atıldı. Savaşın yanı sıra Moldova’ya destek verilme kararı da bu noktadaki adımlardan biri oldu.
Ekonomik yaptırımlarla küresel finans sistemlerinden yalıtılmak istenen Rusya’nın İran ve Çin’le de bağlantısının koparılması hedefleri zirvenin konusu oldu. Çin’in Rusya ile derinleşen ilişkileri ve İran’ın Rusya destekli nükleer silah geliştirme çalışmaları ‘güvenlik’ sorunları olarak ele alındı.
Emperyalist cephedeki bir diğer gelişme de mülteci krizine dair atılan adımlar. AB şefleri yaptıkları düzenlemelerle Avrupa topraklarına yeni ayak basmış mültecilerin gönderilmesinin, iltica başvurusu kabul görenlerin de merkez kapitalist ülkelerden AB’nin nispeten daha yoksul ülkelerine gönderilmesinin önü açılıyor. Böylece mültecilerin maruz kaldıkları yoğun emek sömürüsü ve içine sürüklendikleri toplumsal krizlerin adresinin merkez ülkelerden AB’nin yoksul ülkelerine kaydırılacak. Geri kabul anlaşmalarının yapıldığı ülkeler arasında yer alan ülkemizin de bu süreçten etkileneceğini söyleyebiliriz.
Seçim sonrasında kontrgerilla içindeki dengeler de değişiyor. İçişleri Bakanlığı’na Ali Yerlikaya’nın atanmasının ardından, Yerlikaya ve Soylu ekibi arasında cereyan eden kadrolaşma-tasfiye savaşı, aslında AKP-MHP çatışmasının bir iz düşümü. Soylu, MHP’nin desteklediği bir bakandı. Yerlikaya ise Erdoğan’ın atadığı bir valiydi ve Soylu’yla da ‘uyum içinde’ olduğu söylenemez.
Soylu’ya yakınlığıyla bilinen Sarallar’ın lideri Alaattin Saral’ın Almanya’dan gelip teslim olması ve ardından tutuklanması bu çatışmanın yansımalarından biri. Soylu’nun Sarallara yönelik operasyonun ardından İstanbul Emniyet Müdürü’ne neden kendisine bilgi verilmediğini sorduğunda aldığı ‘Size her söylediğimizde sızıntı oldu’ cevabı hâlâ akıllardayken Saralların bir anlaşma yaparak geldiği ve Soylu’yu da zora sokacak şekilde konuşacağı iddialar arasında.
Yerlikaya, kendi kurmaya çalıştığı ekiple Soylu’nun yedi yıl boyunca polislik ve bekçilik sınavlara müdahalesinden atadığı müdürlere kadar kökleşmiş bir yapıyı kazımaya çalışacak. İlk darbe de Personel Başkanı’nın görevden alınmasıyla vuruldu. Soylu’nun Emniyet’teki sağ kolu olarak anılan Ankara Emniyet Müdürü’nün etkisizleştirilmesinden çeşitli daire başkanlıklarına yapılması konuşulan atamalara kadar bir dizi yansıması daha var bu çatışmanın.
Rejim açısından tek gündem çatışma değil. Faşizm kendi kitle temelini güçlendirecek, olası tepkileri soğurabilecek mekanizmaları ve toplumsal zemini inşa edecek hamlelerde hız kesmiyor.
Eğitim alanında gündeme gelen gerici saldırıların üst üste gelmesi tesadüf değil. Hüda-Par ve Yeniden Refah Partisi’ni de bünyesine katan iktidar, kentlerin ücra köşelerine kadar sızan cemaat ve tarikatların kendi kitle temelini güçlendireceğinin farkında. Deprem bölgesindeki seçim sonuçları da bu perspektifin doğrulandığı bir sınav oldu.
Her okula bir imam atamasının önünü açan ÇEDES protokolünden yaz aylarında okulların çeşitli cemaat ve tarikatların Kuran kursları için tahsis edilmesine, yeni Milli Eğitim Bakanı’nın ‘kız okulları’ çıkışından Diyanet’in yaygın ‘kurs’ ve ‘eğitim’ faaliyetlerine kadar her hamlesi faşizmin kitle tabanını güçlendirme hamlesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu süreçte kadın düşmanlığı, LGBTİ+ düşmanlığı, Onur Yürüyüşlerine saldırılar gibi gelişmeleri de bu kuşatmadan ayrı görmek hata olacaktır. İktidar toplumun çoğunluğunu bir kesime yönelik düşmanlıkta birleştirmeyi, kuşatmanın ideolojik ayağını da tamamlamayı hedeflemektedir.
Bu kuşatmanın ideolojik ve politik ayakları olduğu gibi iktisadi ayağı da var. Önceki yardım programlarından farklı olarak çalışanları da kapsayan Türkiye Aile Desteği Programı kapsamındaki maddi yardım yapılan hane sayısı bir yılda 2,5 milyondan 3,7 milyona çıkarıldı. Üstelik program kapsamında 2023’ün ilk beş ayında 3 milyonun üzerinde ev ziyaret edildi, yüz yüze görüşmeler yapıldı.
Tekelci sermaye çevrelerinin ‘memnuniyetle’ karşıladığı ekonomi yönetimi ‘rasyonel zemine dönüş’ vurgulu bir çıkışla sahneye atılsa da bir ‘u dönüşünden’ ziyade ‘yumuşak geçiş’ tercih edeceklerine dair mesajı gecikmedi. Zaten sermayenin geniş kesiminde de keskin bir geçiş beklentisi o kadar yüksek değildi.
Tekelci sermaye çevrelerinin uzun süredir talep ettiği faiz artırımının ‘kademeli’ olarak sürdürüleceği ve bir önceki döneme ait Kur Korumalı Mevduat gibi araçlardan da hemen vazgeçilmese de ‘kademeli’ olarak ‘sadeleştirileceği’ belirtiliyor. Yeni ekonomi yönetimi kendini sorumlu hissettiği sermaye çevrelerini ve yüz yüze geleceği geniş halk kesimlerini ise en başından uyarıyor: Enflasyonun düşmesini uzun süre beklemeyin!
Sermayenin fraksiyonlarının özellikle seçim sonrasında yaptıkları açıklamalar ve yayımladıkları raporlara bakacak olursak yatırım teşviklerinin hangi alanlara yapılacağı yönünde bir rekabet var. Tekelci sermaye çevreleri ekonomideki kötü gidişatın emek verimliliğinin yüksek olduğu, yüksek katma değer ve yüksek teknoloji içeren alanlara kaydırılarak düzeltilebileceğini iddia edip doğrudan kendini işaret ediyor. MÜSİAD ise 2022 Türkiye ekonomisine dair çizdiği tabloda ekonomi yönetiminde yapılan tercihlerden memnuniyetini dile getirip bu teşvik tercihinde ‘istikrar’ beklentisini ifade ediyor.
Sermaye cephesinin beklentileri sadece içerideki sınıf savaşını değil, aynı zamanda dış politikayı da şekillendiriyor. Koç gibi tekelci sermaye çevrelerinin de İslamcı burjuvazinin de son dönemde yatırımlarının yoğunlaştığı Mısır’la diplomatik ilişkilerin 13 yıl aradan sonra yeniden büyükelçilik seviyesine çıkarılması gibi dış politika hamleleri de iktidarın kurduğu dengeyi kuvvetlendirdi.
Ancak sermayenin tüm kesimlerinin ortaklaştığı konu ise işçi sınıfına karşı açılan savaşın; mülksüzleştirme ve işçileştirme sürecinin, ücretlerin baskılanması ve sistemdeki kriz ne olursa olsun faturasının geniş işçi kesimlerine kesilmesinin sürdürülmesi.
TÜİK’in son ücretli çalışan istatistiklerine göre Türkiye Ekonomi Modeli dedikleri süreçte ücretli çalışan sayısı bir buçuk milyon arttı. Bu artış da bir buçuk yılda çalışabilir nüfus artışının altı katına tekabül ediyor. Yani proleterleştirme son hız devam ediyor!
O günkü kurla 482 dolar olarak açıklanan asgari ücret henüz hesaplara yatmadan 437 dolara düştü bile. Yeni asgari ücret özellikle büyük kentler dışında yaşayan pek çok emekçi açısından hâlâ ‘iyi zam’ olarak sunulma potansiyelini taşıyor olsa da bu düzey ülkeyi ve işçi sınıfını yabancı yatırımcılara pazarlamada kritik konumunu kaybetmedi. Asgari ücret hâlâ Arnavutluk’tan sonra Avrupa’nın en düşük asgari ücreti. Jeopolitik konum gereği muadil olabilecek ülkeler arasında bulunan Kuzey Afrika ülkelerine kıyasla asgari ücret yüksek kalıyor ancak emek verimliliği ve altyapı açısından Türkiye bu ülkelerin oldukça üzerinde. Üstelik haftalık çalışma saatleri açısından Türkiye Avrupa birincisi olurken Kuzey Afrika ülkeleriyle de rekabet halinde.
İşçi sınıfına karşı açılan savaşın etkili bir aracı olan vergi sistemi de geniş kesimler açısından giderek ağırlaşıyor. Kamu emekçilerine yapılan zamla aynı pakette sunulan ek vergiler, kamu bütçesini oluşturan vergi dağılımlarını dolaylı vergiler lehine biraz daha bozdu. Dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı yüzde 62’den 76’ya çıkarak bir rekor daha kırıldı. Yani depremin yarattığı maliyetler de yine kamu emekçilerine verilen nispeten yüksek zamlar da KDV, MTV, ÖTV gibi geniş kesimlerden alınan vergilerle finanse edilecek.
Seçimlerin ardından Millet İttifakı fiilen etkisizleşti. Bir kere bile toplanmayan Millet İttifakı’nın daha sağda duran partileri ayrı bir Meclis grubu oluşturdu. Saadet Partisi ve Gelecek Partisi’nin oluşturduğu grubun ilk toplantısında Temel Karamollaoğlu kendilerini Milli Görüş’ün ‘gerçek temsilcisi’ olduklarını, Davutoğlu ise ‘eski güzel günlerden’ sapıldığı için bugün bu halde olunduğunu ifade etti. Son yılların en sağcı Meclis’inin yeni muhalefeti de boy göstermiş oldu. CHP’de seçim sonrası gündem olağanüstü kurultayla birlikte programdan, örgütsel yapıdan, demokratik işleyiş kaygısından azade şekilde başkanlık kavgasına kilitlenmiş vaziyette.
İşçi sınıfının geleneksel merkezleri de seçim sürecindeki ataletlerini kıramadı. Asgari ücret görüşmeleri sırasında ‘her zamanki’ eylemler bile neredeyse hiç yapılmadı. TÜİK’e karşı muhalefetten çeşitli kampanyalara kadar yürütülen mücadele, söylem düzeyinden öte gitmiyor, mevcut durum üzerindeki değiştirici etkisi çok zayıf kalıyor. Geniş kesimleri harekete geçirmeyi bırakalım, kendi üyelerini bile katmaktan aciz kalıyor.
Yani halkın gerçek sorunları hâlâ muhalefetin ilgi alanına girebilmiş değil. Deprem bölgesinin sorunlarına, eğitimdeki gerici kuşatmaya, yeni zamlara, vergilerdeki artışa ve bunla paralel olarak yoksullaşmaya, kentsel ve doğal alanların talanına karşı politika üretilmiyor, üretilse de söylem düzeyinde kalıyor.
Sosyalistler de muhalefetin bu durumunu radikal şekilde değiştirecek bir etki yaratamadı. Özellikle seçim sürecinde öz gücüne dayalı bağımsız bir politik hat üretemeyen sosyalist hareket, yenilginin de ortağı oldu. Yenilgi sonrasında ise sosyalist hareket içinde cereyan eden ancak deprem ve seçim sürecinde ertelenen devrimci stratejiye dair tartışmalar yeniden alevlendi. Bu süreç sosyalist hareket açısından aynı zamanda yenilgiyle yüzleşme ve iç muhasebe süreci olarak işliyor.
HDP ve Yeşil Sol Parti’nin kamuoyuna da duyurduğu özeleştirel süreç sosyalist hareketteki hemen her yapının içinde mevcut. Sınıfın sürükleyici halkasına, toplumdaki temel çelişkilerin nelerin olduğuna, devrimci siyasetin hangi zemine oturacağına dair tartışmalar bu süreçteki ana tartışma başlıkları olarak kendini gösteriyor. Yol ayrımları netleşiyor.
Emperyalist merkezlerde, kontrgerilla içinde ve hatta her düzeydeki muhalefette dengelerin yeniden oluşturulacağı bu süreçte karşı karşıya olduğumuz manzaranın en önemli yanı halkın hâlâ örgütsüz, savunmasız ve bu nedenle de güçsüz oluşudur. Bu süreç devrimci siyasetin de yeniden inşası olarak kurgulanacaksa özeleştirel sürecin başlangıç noktası da başka bir yer olmayacaktır.