Reel sol

Kapitalizmin bir tarihsel kriz içinde olması, işçi sınıfının insan nüfusu içinde mutlak çoğunluğu oluşturması, bütün dünyanın derinleşen eşitsizlikler ve baskılar karşısında isyan ve direniş hareketlerine sahne olması dikkate alındığında solun yükselişte olması beklenir. Ancak sol, bugün ezilen kitleler tarafından bir iktidar alternatifi olarak görülmemekte, iktidara geldiği ya da yaklaştığı sınırlı örneklerde de hızlı bir çürüme ya da yenilgi ile hayal kırıklıkları yaratmaktadır. Çünkü solun mevcut varlığı, bugünkü işçi sınıfı mücadelesine devrim ve sosyalizm hedefiyle öncülük etmeye soyunan bir politik iradeyi değil, bir başka tarihsellik içinde oluşan ve daha sonra sistemin ağır saldırıları karşısında savunmaya geçerek ya da teslim bayrağını çekerek varlığını sürdürmeye çalışan toplumsal-politik özneler toplamını ifade etmektedir. İşçi sınıfının yaşadığı nicel ve nitel gelişime paralel bir ilerleme kaydedeceği yerde sistem tarafından sınırlanmış, içerilmiş ya da marjinalleştirilmiştir. Yenilgilerin hesabını verip sınıf mücadelelerinin güncel gerçekliğine göre kendini yeniden kurma gerekliliğini yadsıdığı ölçüde de sistem tarafından hapsedildiği toplumsal-politik sınırları ve hareket biçimlerini akılcılaştırmış, teorize etmiştir. İşçi sınıfının bağımsız siyasetinin reddi üzerine kurulu reel politik düzleme eklemlenmiş, ideolojik açıdan da liberalizm ile ulusalcılık arasında salınarak bu eklemlenmeye uyum sağlamıştır. Bugün gerçekte var olan sol, olması gereken değil, “reel sol”dur.

Reel sol, yer yer isyan ve direniş hareketlerinin yarattığı değişim rüzgârını ardına alarak ve düzen karşıtı iddialar da dile getirerek kitlelere umut olabilmekte ve kendine burjuva siyaset düzleminde bir yer bulabilmektedir. Ancak reel solun, devrimci siyaseti yani düzen dışı bir politik iktidar mücadelesini bugün açısından imkânsız görerek burjuva siyaset düzlemine hapsolmasına yol açan teslimiyetçi yönü, düzen karşıtı iddialarını boşa düşürmektedir. Hatta dünya ölçeğinde bütün rejimlerin birer isyan bastırma rejimine dönüştüğü yerde, reel sol, isyancı ve direnişçi enerjiyi düzen siyasetinin çıkmaz sokaklarında tüketmek açısından işlevseldir. Bu yönüyle de sınıflar mücadelesi ilerledikçe çürümeye, çözülmeye, giderek düzen siyasetinin bir parçası haline gelmeye mahkûmdur. Çözüm, solun mevcut örgütlü varlığının doğrusal gelişiminde değil mevcut varlığından vazgeçmeyi göze alıp yeniden kuruluşunda aranmalıdır.

Bir terslik var bu işte

2008 finans krizi patlak verip de kapitalizmin insanlığa daha iyi bir gelecek vaadinde bulunamayacağı ortaya çıktığında, burjuvazi dahil herkes “Marx haklıymış!” demişti. O milattan sonra dünya kesintisiz bir halk isyanları ve direnişleri dalgasına sahne olmaya başladı. İşçi sınıfı artık dünya nüfusu içinde mutlak çoğunluk haline gelmişti ve sosyalist devrimlerin gerçekleştiği süreçlerin çok çok üstünde yıkıcı ve kurucu bir kapasiteye sahipti. Üstelik neoliberal saldırganlığın tırmandığı 1989-2008 arası dönemde, neoliberalizme karşı özsavunma temelinde yükselen toplumsal hareketler, Latin Amerika’da olduğu gibi yer yer ileri iddialarla hükümet de olan yeni sol aktörlerin yükselişine vesile olmuştu. Bu sol aktörler için denebilirdi ki, “İşte tam zamanı! Neoliberal hegemonya sona ermiş ve kapitalizmin tarihin son durağı olmadığı görülmüşken, politik inisiyatifi başka kim alabilir ki!” Ama öyle olmadı. 2008 sonrası siyaset sahnesinin galibi sol değil sağ oldu. Doğrusu, kapitalizmin bu çıkışı olmayan krizi karşısında, işçi sınıfının “yıkıcı” ve “kurucu” kapasitesini seferber edecek sosyalist bir atak gerekirken mevcut sol 1989 sonrasının “savunmacı” soluydu. O da sınıf mücadelelerinin yeni ve çok daha şiddetli bir aşaması yaklaşırken, sistem tarafından bastırılarak ya da içerilerek ehlileştirilmişti.

2008 sonrası isyan ve direniş hareketleri dalgasına 2013 Gezi Direnişi / Haziran İsyanı ve 2014 Kobanê eylemleri ile dahil olan Türkiye’de de yaşanan benzer bir süreçti. Solun ve toplumsal muhalefetin geleneksel inisiyatif merkezleri, isyan günlerini yenilmiş, çözülmüş, uzlaşmış, etkisizleşmiş aktörler olarak karşılamıştı. Müzakere süreci içindeki Kürt hareketinin Gezi sürecinde sokağa mesafeli durması, DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’nin grev ve eylem çağrılarının bir karşılık bulamaması, sosyalist örgütlerin “Hükümet İstifa!” başlıklı ortak bir bildiri dahi yayımlayamaması, sürecin öne çıkan inisiyatif merkezi Taksim Dayanışması’nda ağırlıklı eğilimin devlet şiddeti karşısında direniş değil de barikatları kaldırmak olması, devrimci örgütlerin bu durumu terse çevirecek bir müdahalede bulunamaması o gün aniden açığa çıkan yanlış tutumlar değil, o güne kadar yaşanan yenilgi, uzlaşma ve başarısızlıkların sonuçlarıydı. Özelleştirmelere karşı mücadeleden kamunun tasfiyesine karşı hak mücadelelerine 1990’lı ve 2000’li yılların yükselen toplumsal mücadeleleri yenilmişti. Bu yenilgilerin özeleştirisi verilerek bir yeniden kuruluş süreci de tanımlanmamıştı. Hapishane katliamlarından sistematik polis operasyonlarına ağır bir devlet terörü karşısında silahlı sol eski varlığını ve kitle bağlarını yitirmişti. Neoliberal yeniden yapılanma programını ilerleten AKP iktidarı 10 yıl içinde ordu, yargı ve üniversiteler üzerinde de kontrol sağlarken AKP karşıtı muhalefetin, devlet içi çelişkilerden yararlanabildiği hareket zemini ortadan kalkmıştı. Bir dönem devrimci siyasetin tasfiyesinin sol içindeki karşılıkları olarak eleştirilen “yasalcılık”, “barışçılık”, “reformizm” artık solun genel tanımı haline gelmişti. Hal böyleyken, sol, bu isyanın aynasında kendi öncülük kapasitesini değil yenilgisini; kitlelerden, devrimin güncelliğine olan inancından ve iktidar perspektifinden kopukluğunu gördü.

Seçimler ve reel sol

Devlet ise hem solun zayıflığını hem de Türkiye halklarının isyan kapasitesini görerek bir isyan bastırma siyasetini devreye soktu. Faşist terörle sokağı kapatırken bir yandan da iktidar / sistem karşıtı tepkilerin pasifize edileceği parlamenter kanalları açık tuttu. Grevler, mitingler, boykotlar, yürüyüşler engellenir, kampüsler, mahalleler ve işyerleri eylem ve etkinliklere kapatılırken muhalefet sürekli sandığa çağrıldı. Sistem özetle şöyle diyordu: “Halkı kendi bağımsız çıkarları etrafında harekete geçiremezsin ama onu temsil edebilirsin!” Bu da kitleleri kendi çıkarları ekseninde politikleştirebilecek toplumsal hareketler yerine, halihazırda var olan politizasyon yani kitlelerin kendiliğinden bilinci içinde temsili bir adres olma çabalarını teşvik ediyordu. Bu sınırları çizilmiş “olanaklara” asli rol atfedildikçe sınıf mücadelesi, devrimci kitle faaliyeti ve meşru, militan, kitle eylemi çizgisi adım adım terk edildi. Nihayet büyük iddialarla girilen 2023 seçimlerinde, ülkenin yarısı mevcut iktidara teslim olmadığı, sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesi nedeniyle iktidarın kitle desteğinde belirgin bir çözülme yaşandığı halde kaybeden sol, kazanan sağ oldu. Bu sonuç Erdoğan’ın kazanmasından bağımsız olarak, daha seçimler gerçekleşmeden elde edilmişti.

Aslında “reel sol” ve eklemlendiği düzen içi alternatif kendi kulvarında seçim kampanyası adına üzerine düşeni yapmıştı. Seçim sonrası getirilen bütün eleştirilere rağmen, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu seçim gününe kadar bu kulvarda yapılabilecek olanın en iyisini yapmış, kendi adaylığı etrafında en geniş Erdoğan karşıtı ittifakı kurmuş, prestijli kamuoyu araştırma şirketlerinden sosyalistlere geniş bir yelpazenin takdir ve desteğini sağlamıştı. HDP’nin yerine seçime giren Yeşil Sol Parti bütün baskı ve engellere rağmen yaklaşık 5 milyon (%8,82); onunla ittifak içinde seçime giren TİP de yaklaşık 1 milyon (%1,73) oy aldı. Ancak seçim odaklı siyaset ve “Erdoğan karşıtlığı” ortak paydasını koruma kaygısının sonucu bütün muhalefetin düzen içi seçeneklere eklemlenmesi, pasifize edilmesi, siyasetin ekseninin daha da sağa kayması oldu. Verili toplumsal kutuplaşma ile birbirinden ayrışan ezilen sınıf katmanlarının buluşabileceği sınıf savaşımları sahası boş, işçi sınıfı ve toplumsal müttefikleri de siyasetsiz, örgütsüz ve savunmasız bırakıldı. Türkiye toplumunun AKP’ye teslim olmayan yarısının direnişi ile AKP’den uzaklaşma eğiliminde olan ancak sağ ideolojinin hegemonyası altında olan ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunun buluşması sağlanamadı.

Seçimleri Erdoğan’ın kazanması vesilesiyle yapılan sorgulamalarda, solun işçi sınıfının geniş kesimlerinden kopuk olduğu, işçi sınıfının birliğini savunması ve sağlaması gereken solun mevcut haliyle onun parçalılığının bir unsuruna dönüştüğü bir kez daha keşfedildi.

Reel solun göreli başarıları, nihayetinde sağın galip geldiği ve işçi sınıfının bağımsız siyasetinin geri plana itildiği yenilgi süreçleri içinde bir tezat görünümünde olsa da aslında bütünleyen halindedir. Seçim yenilgileri de aslında sonuç değil sonucun sonucudur ya da bir başka deyişle yenilgi seçimde değil öncesinde yaşanmıştır, reel sol yenilginin hem sonucu hem de yeni yenilgilerin nedenidir. Sorgulanması gereken reel solun kendisidir.

Yenilgilerle çizilen dar sınırlar içinde

Solun mevcut varlığı, işçi sınıfına neoliberal yeniden yapılanma yıllarında eklenen yeni kesimlerden ya da eskisiyle yenisiyle işçi sınıfının yenilenen mücadele zeminlerinden büyük ölçüde kopuk, bugünün sınıfsal çelişki ve çatışmaları üzerinden şekillenen bir gelecek vaadinden çok geçmişin mirası üzerine kurulu, onun tortusu altında sıkışmış ve yenilgilerin çizdiği düzen içi sınırlara hapsolmuş haldedir. Geçmiş mücadeleler içinde oluşmuş politik kimlikler, teorik çerçeveler, eylem çizgileri, kitle bağları, kadro tipi, yönetici tipi ve örgüt anlayışı değişen koşullara yanıt üretemese de güçlü referanslar olmayı sürdürmektedir. Ancak sol gerçek bir toplumsal harekete dayanmadıkça, gelenekle kurulan bağ dogmatik bir sahiplenme ya da liberal reddiye halini almaktadır. Sol, gerçek bir hareketten çok bir kimliğe dönüşürken, ezilen sınıfları özneleştirmekten çok örgütsel süreklilik içinde açığa çıkan sol elitleri / yönetici sınıfı özneleştirme çabası öne çıkmaktadır. Böylece sistemin solu temsil alanına sıkıştırması, bizzat sol tarafından akılcılaştırılmaktadır. İşçi sınıfının bağımsız politik bir güç olmasının reddi üzerine kurulu bir reel politik zeminde kitleler seçmene, liderler stara dönüşmekte, devrimciler örgütü anlamsızlaştırılmaktadır.

Reel sol, reaksiyoner ve savunmacıdır; yeni bir dünya vaat etmekten çok “eski güzel günleri” anmakta ya da anıştırmaktadır. Yenilgilerle ehlileşmiş, iradeci yanı törpülenmiş, determinist, kendiliğindenci ve kaderci yanı öne çıkmış, “barışçıl”laşmış, düzen-içileşmiştir. Politik adres olarak devrimci bir toplumsal harekete değil solu bir kimlik olarak benimseyenlerin temsiliyetine, politik iktidar mücadelesinde düzen içi hareket biçimlerine, kadro ve kitle temeli bakımından da küçük burjuvazinin konum kaybeden / proleterleşen kesimlerine daralmıştır.

İdeoloji pratiktir

Mevcut haliyle sosyalist hareket, Türkiye işçi sınıfını temsil etme, harekete geçirme ve politik iktidar mücadelesine sevk etme yeteneğinden önemli ölçüde yoksundur. İşçi sınıfı muazzam bir genişleme yaşar ve daha önce sınıf mücadelesinin konusu olmayan toplumsal çelişkiler proleter bir içerik kazanırken, sosyalist hareketin yeni işçi sınıfı katmanları ve toplumsal mücadeleler ile örgütsel ve programatik bağları aynı biçimde gelişmemiştir. Tersine, ağır yenilgi, daralma ve ideolojik savrulmalar sonucunda bu bağlar daha da zayıflamıştır. Sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasında büyük bir açı oluşmuştur. Politik bilinci uzun yıllardır İslamcı ve milliyetçi sağ başta olmak üzere burjuva ideolojilerin etkisi altında şekillenen geniş işçi sınıfı kesimlerinin gündelik hayat içinde edindiği kendiliğinden sınıf bilinci de, sınıfsal çelişkiler öne çıksa bile, sola kendiliğinden bir kapı açmamaktadır.

Solun tabanının daraldığı küçük burjuvazinin konum kaybeden kesimlerinin proleterleşmekte oluşu ve “sosyalist” kimliğe sempatisi, devrimci bir potansiyele işaret etmekle birlikte halihazırda devrimci proleter bir bilince sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Aksine, kaybettikleri konuma geri dönme istekleri ön planda olan, tepkisini bu nedenle bir “yaşam tarzı savunusu” olarak ifade eden, bir başka yaşam tarzına sahip olan diğer proleter kesimlerden çok, “kentli-eğitimli kesimler” ya da “Cumhuriyetçilik” ortak paydası içinde “laik burjuvaziye” yakın hissedebilen bir sınıf bölüğü söz konusudur. Emeğin kurtuluşundan bağımsız bir özgürlük, laiklik ve demokrasi tarifiyle; kendilerini solda ifade etseler de ideolojik etkileşimleri ulusalcı ve liberal entelektüellerle, onların etkinliğindeki medya organlarıyla ve düşünsel merkezlerledir.

Kitle hareketlerinin Cumhuriyet Mitingleri’nden Gezi Direnişi’ne uzanan diyalektiği içinde kendini gösteren bu kesimlerin, kendiliğinden hareketini ve politikleşmesini esas alarak onun temsiline soyunan sosyalist örgütler de dönüştüren değil dönüşen bir rol oynamaktadır. Sorun, solun bu kesimle ilişkili olması değil bu kesimin kendiliğinden hareketini idealize etmesi, onun temsiline soyunması ve buraya hapsolmasıdır. “Eski güzel günlere” dönüş eğilimindeki kesimlerin sempatisini kazanmaya yönelik ideolojik esnemeler yerine bu çabanın nafile olduğunu gösterip proleter geleceğe dikkat çeken bir ideolojik duruşa ihtiyaç vardır. Bu da emeğin kurtuluş mücadelesinden bağımsız bir özgürlük, laiklik ve demokrasi mücadelesi olamayacağı konusunda netlik gerektirir. Verili toplumsal kutuplaşmayı aşacak böylesi bir ideolojik mücadele, işyerindeki mücadele ile yaşam alanındaki mücadeleyi, ekonomik mücadeleyle politik mücadeleyi, neoliberalizme karşı mücadeleyle gericiliğe ve faşizme karşı mücadeleyi birlikte kavrayan kitle mücadeleleri olmaksızın mümkün olmayacaktır.

Yeniden kuruluş için

14-28 Mayıs seçimlerinin sonuçları reel solun sorgulanması açısından elverişli bir durum yaratmıştır. Erdoğan’ın seçimleri kaybettiği koşullarda geniş kesimlerin gözünde perdelenebilecek olan siyasetsizleşme, pasifikasyon ve sağcılaşma yenilginin bir seçim yenilgisinin çok ötesinde olduğunu ortaya koyup, kaçınılmaz bir yeniden şekillenme sürecini önümüze koymuştur. Bu yeniden şekillenme sürecinde gerçek bir özeleştiri ve yeniden kuruluş iradesine ihtiyaç vardır. Solun gerçek bir iktidar alternatifi olabilmesi ve direnişten devrime bir yol açabilmesi için, iradeci yanın öne çıkması gerekmektedir. Bu irade de öncelikle solun kendi mevcut varlığını yıkıp yeniden kurmaya girişmesi ile gösterilmelidir.

Bu bağlamda önümüzde birbirinin koşulu olan üç temel görev belirmektedir. Birincisi somut pratik karşılıkları olan bir özeleştiri sürecidir. Sol, günün sınıf mücadelelerinin aynasında kendi yenilgi, başarısızlık, eksik ve sorunları ile hesaplaşmalı; ideolojik, politik, programatik, kadrosal ve örgütsel, topyekûn bir yenilenmeyi önüne koymalıdır. İkincisi, bu yenilenmenin somutlaşabilmesi için işçi sınıfının yeni gerçekliğini analize girişmeli, bu analizden ideal bir modele varmak yerine direnişlerin ve mücadele edenlerin yaratacağı özörgütlerin ve pratiklerin parçası olacak bir süreci öngörmeli, yeni dönemin stratejilerine kaynaklık edecek pratik mücadele ve örgütlenme örneklerini çoğaltmalıdır. Üçüncüsü, demokratik hakların sınırlanması ve faşizmin şiddeti karşısında, mücadelenin mümkün ve sürdürülebilir olduğunu gösterecek düzen dışı hareket biçimleri üretmeli ve bunun kitlesel formlarını açığa çıkarabilmelidir.

Nihayetinde direnişten devrime giden yolu tarif edecek bir devrim stratejisinin açığa çıkarılması hedeflenmelidir. O strateji de ancak işçi sınıfının ve toplumsal müttefiklerinin düzen dışı düzen karşıtı hareketinin içinde keşfedilecektir.