Halkın mücadelesini yok saymış bir siyasetin kaybedilen seçimi

AKP’nin yeni bir seçim zaferi ile değil, toplamda bir yenilgi ile karşı karşıyayız. 21 yılda devletle bütünleşmiş bir yapının karşısında yaşanan sadece bir seçim yenilgisi değil. Aynı zamanda çok önceden yenilmiş solun düzen içi seçeneklerde son bir şans aramasının da trajik yenilgisi. Halk arasında ise büyük bir moral bozukluğu. Erdoğan’ın bu sefer seçimle gönderileceğine dair oluşturulmuş yüksek inanç kadar büyük bir hüsran.

Seçim öncesinde yapılan yanlış değerlendirmeler ve tutum alışlar, seçim yenilgisinin nedenleri konusunda da sürüyor. Seçim değerlendirmelerinde yıllardır akıllara gelmeyen halk muhalefeti keşfedilmiş, neredeyse herkes halkın örgütlenmesine ve direnmesine vurgu yapıyor. Faşizmin baskılarının artacağı, gericiliğin daha da yükseleceği, ekonomik krizin yükünün halkın sırtına yıkılacağı, bunlara direnilmesi gerektiği ifade ediliyor. “Buna da şükür” diyelim, ama bu halk muhalefeti çağrılarının birçoğunun ana hedefi yine dokuz ay sonraki yerel seçimler ve beş yıl sonraki genel seçimler.

Sandık başlangıç değil sonuçtur

Sınıf mücadeleleri çeşitli görünümler altında sürer. Devrimci, reformist, gerici bir şekil alabilir. Ancak bütün bu görüntü hallerinde bile sokak çok önemli bir yer tutar. Bu oluşum hallerinin temsilcisi bütün akımlar sokağın başını tutmak ister. Halkı örgütlemek, eyleme sevk etmek ve sonrasında ya gerici faşist bir rejim ya burjuva parlamenter demokrasi ya da demokratik bir halk iktidarı kurmak isterler. Bu hedeflere ulaşmak için parlamentonun çok önemli olduğunu savunanlar bile böyle yapar.

Devrimci siyaset ise sınıf mücadelesinin her tür metodunu ilkesel olarak inkâr etmese de halkın örgütlü gücünü ve bağımsız eylemini her şeyin önüne koyar. En barışçı halk mücadelelerini bile devrim hedefiyle egemen sınıflara karşı uzlaşmaz bir biçimde yürütür. Ülkemizde durum farklı. Bizde reformizm tanımına bile uymayan pasifist bir parlamentoculuk ilerici kesimlere, sendikalara ve sola egemen durumunda.

Yakın siyasi tarihimizde, halkın örgütlü mücadelesi ve eylemi ile parlamenter başarı arasında neden sonuç ilişkisinin nasıl oluşabildiğini gösteren örnekler var.

AKP, 2002 yılından bu yana 21 yıllık iktidarında halkın önüne 15 kez sandık koydu. Çoğunu kazandı, biri hariç. O da Gezi (2013) ve Kobanê (2014) direnişleri sonrası yapılan 7 Haziran 2015 genel seçimleriydi. AKP ilk defa, hükümet kuracak parlamento çoğunluğunu bile elde edememişti. Türkiye halklarını Gezi ve Kobanê’ye hazırlayan, aşağıda-sokakta militan halk mücadelelerinin olduğu bir süreçti. Gezi ve Kobane’yle taçlanan ve seçim odaklı olmayan bu mücadeleler seçim sonucunu da hazırlamıştı. Sokak siyaseti ile elde edilen siyasi ve moral üstünlük sandık sonucunu da belirlemişti. AKP ilk defa seçim kaybetmişti. Devrimciler o dönemin enerjisini devrimci bir doğrultuya sevk edemedi. Parlamenter sınırlar içinde kalmasına neden olan bir basiretsizlikle davrandı.

Dönemin sol güçleri ve politik liderlikleri, halkın isyanının arkasını örgütleyemedikleri gibi isyanı bastırmak için harekete geçen faşizme karşı gerçekçi bir yanıt üretemedi. Kobanê direnişinin enerjisi “özerklik” ilanının barikatları ardında ezilirken, Gezi Direnişi’nin isyancı potansiyeli de sol tarafından devrimci bir müdahale ile ilerletilemedi. Türküyle Kürtüyle bütün bir halk muhalefeti, 7 Haziran seçimleri sonrasında iktidarın sivil, resmi faşist güçlerden gerici çetelere kadar elde avuçta ne varsa kullandığı bir saldırı sürecinin sonunda yenilgiye uğratıldı.

Tek adam rejiminin kuruluşunu ilan eden 2017 referandumuyla, halk muhalefetinin ve solun yenilgisi kesinleşmiş oldu. Halk muhalefetinin krizini, dağınıklığını ve zayıflığını aşmak için sosyalist hareketin o günden bugüne izlediği çizgi ise, bu yenilgi koşullarını aşağıya yönelerek aşmak değil temsil siyasetini daha da abartmak oldu. Kopan kitle bağlarını, kadro ve örgütsel eksiklikleri aşmanın bir yolu olarak parlamenter siyaset açık açık konuşulmaya başlandı. Sonrasında, Erdoğan’a seçimlerde kaybettirmek solun ana politikası haline geldi.

Bugün seçim yenilgisinin ardından çeşitli siyasi odaklarda, toplumsal mücadele ve sandık arasındaki açının iyice açıldığı, halk muhalefetinin ihmal edildiği, hak mücadelelerinin unutulduğu, seçime giden süreçte sokağın sessizleştiği, oysa canlı bir sokak ve halk muhalefeti ile sandığa gidilse farklı bir sonuç üretileceği bolca konuşulmaya başlandı. Şimdilerde hak mücadelelerini ve halk muhalefetini, işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesinin bir parçası olarak değil de seçimi kazanmanın ön koşulu olarak gören parlamenter-reformist bir anlayış sokak çağrısı yapıyor.

Hak (kitle) mücadeleleri üzerinde yükselmeyen bir siyasi mücadele!

2021 yılında başlayan işçi eylemleri, belirli sektörlerde militan eylemlerle sınırlı kaldı ve genişlemedi. Hayat pahalılığına karşı halk hareketleri, çeşitli büyük kentlerde gündeme gelse de kitleselleşemedi. “Anlı şanlı” emek örgütlerimiz, beş yıldır derinleşerek süren ekonomik kriz karşısında neredeyse ortada görünmedi. Öyle ki 2021 yılında, 1 Mayıs’ı 29 Nisan’da kutlayan ve para cezası dışında yaptırımı dahi olmayan sokağa çıkma yasağına teslim olmuş bir sol ve emek örgütleri toplamı vardı. Devrimcilerin sokağa militan müdahaleleriyse etkisiz kaldı ve sonucu değiştiremedi.

Hak mücadeleleri açısından son kırk yılın en dip seviyelerinin yaşandığı ve neredeyse halkla bağı kopmuş sosyalistler dahil tüm muhalefetin, bırakın devrimci siyaset yapmayı seçimler yoluyla bir başarı elde edemeyeceği de açıktı. Karşımızda sıradan bir iktidar partisi değil devletleşmiş bir yapı olduğu, seçimlerde devletle yarışıldığı bolca tahlil edildi. Ancak bunun gereğini yapma konusunda ne bir adım atıldı ne de bir tartışma yürütüldü.

Seçmen bilinci manipülasyona açıktır. Örgütlü halk bilinci ise seçim kampanyalarından etkilenmez. Seçmen haline gelmiş muhalif halk kitleleri ile köleleştirilmiş, sağcılaştırılmış bir halkın sandığa gittiği yerde “Boş tencere iktidarı götürür” söyleminin hangi gerçekliği olabilir? Halkın tepkilerini örgütlemeden, sokakta halka değmeden muhalefeti sadece depreme, yangına, ekonomik krize bırakırsanız, alternatif bir güç oluşturamazsanız. Sonuçta “cehennemin kapıları” kapanmaz, halk seçimler yoluyla o cehennemle bu cehennem arasında tercih yapar.

Sınıflar mücadelesine dair tarihsel deneyimlerimizin, birikimlerimizin bilgisini eğip bükme çabaları, iç süreçlerimiz açısından ideolojik bulanıklığı daha da artıran bir sonuç yarattı. Halkın en basit hak mücadelesini bile örgütlemekten aciz ve işçi sınıfı ile bağı oldukça zayıflamış Türkiye solundan, 1930’ların işçi sınıfı ile güçlü bağlara sahip komünist partilerinin faşizme karşı birleşik cephe siyasetini çıkarmaya çalışmak olacak iş değildi. Erdoğan’ın seçime yaklaşan günlerde baskı ve saldırıları artıracağı tezi üzerine kurulu faşizme karşı mücadele taktiği, baskı politikalarının geri çekilmesiyle boşa düştü. Erdoğan, neoliberalizme karşı mücadele bahsinde ise ekonomik kriz karşısında çeşitli pansuman önlemlerle durumu idare etmeyi bildi. Erdoğan’ın buradan siyasi olarak teşhir edecek ve boşa düşürecek bir halk muhalefeti çizgisi ise “bu siyaset değil sosyal muhalefet” denilerek küçümsendi. Neoliberalizme karşı halkın hak mücadelelerini yükseltmeyi ve faşizme karşı mücadeleyi ve birliği aşağıdan kurma önerisine “bunlar sosyal muhalefet, siyaset seçim sathı mahallinde sürüyor” gibi görüşlerle karşı çıkıldı.

Muhalefet bir bütün halinde seçimin iki yıl öncesinden göz göre göre fiilen Millet İttifakı’na yedeklenme çizgisini izledi. Bağımsız bir politik çizgi oluşturamayan solun bu kendinden menkul hali, Kürt siyasi hareketinin 2015 yenilgisinin ardından yıllardır durağan hali ve politik irtifa kaybı ile seçim yoluyla “Erdoğan’ın yeni bir karşı devrimci sıçramasını önleme siyaseti” imkânsız bir şeydi. Seçimler ve parlamento yoluyla, faşist bir hükümetin elinden, (biraz rahatlamak uğruna) “faşist olmayan” bir burjuva hükümete geçişini desteklemek ve bu yolla “milli krizi derinleştirmek“ nasıl olacaktı? Üstelik düzenin restorasyonuna talip olan sağcı bir burjuva muhalefet koalisyonuna oy çağrısı yaparak milli kriz nasıl derinleşecekti? Düzen muhalefetine eklemlenmeye varan sandık tavırları, bırakın milli krizi derinleştirmeyi tersine düzenin bekasının kavgasız dövüşsüz sürdürülmesine payanda oldu. Bu haliyle Erdoğan’ı engelleme politikası sadece düzen muhalefetinin yenilgilerinin parçası olmaktan başka bir sonuç doğurmazdı ve öyle de oldu.

Neoliberalizme ve faşizme karşı mücadelelerin seçim süreçleri ile birleşebildiği Latin Amerika ülkeleri ve özel “geçiş süreçleri” yaşamış Yunanistan, İspanya ile yapılan karşılaştırmalar ülkemiz gerçekliğini açıklamamaktadır. Türkiye bu ülkelerle kıyas kabul etmeyecek ölçüde zayıf bir sınıf mücadelesi tarihine, etkisiz bir sola ve işçi sınıfı örgütlerine sahiptir. Bu ülkelerin geçtiği tarihsel süreçler bambaşkadır. Kaldı ki bu ülkelerde parlamenter siyaseti merkezine koyan muhalefette sonrasında dağılmalar, kitle hareketinde çözülmeler, gerileme ve yenilgiler yaşandı.

21 yıldır süren bu faşist iktidardan bir kurtuluş yolu olarak seçim ve seçmenliği gösteren egemen siyasetin dışına çıkmak, hak mücadelelerinin ve faşizme karşı aşağıdan mücadelelerinin zayıflığı göz önüne alındığında mevcut durumun kolayca değiştirilemeyeceği de açıktı.

Halkın karşısına, halkın çıkarlarının savunulduğu bağımsız devrimci bir çizginin geliştirilebileceği, halkın örgütlü gücü olmadan herhangi bir kazanım elde edilemeyeceği gerçek siyasetiyle çıkılmalıydı. Devrimci iddiayı kaybettikten sonra politik ve örgütsel bağımsızlığını kaybeden solun düzen içi muhalefete yedeklenme çizgisinin karşısında yine bağımsız bir devrimci çizginin var olabileceğini, faşizme karşı mücadelenin ortaklaşmasının ancak faşizmin kuşattığı yaşamın tüm alanlarından yükselen bir mücadele ile mümkün olabileceğini savunmak gerekliydi.

Türkiye soluna hâkim olan parlamenter sapmayı en azından kendi saflarımızda gidermek önemliydi. Bir ölçüde başardık ve yeni bir yol açtık.

Halka, işçi sınıfına gidelim…

AKP, 15 Temmuz sonrası eski müttefikleri ile yollarını ayırsa da yeni bağlaşıklar bularak iktidarını korumaya devam ediyor. Sağ parçalanarak büyürken Erdoğan hep iktidarda kalabiliyor. Bugün AKP iktidarının ülkedeki her iki kişiden birini hâla etkisi altında tuttuğu gerçeği ise yeni bir şey değil. Bu durum yüzde 47 oy aldığı 2007 seçimlerinden bu yana defalarca kanıtlanarak sürüyor.

Seçim sonrası AKP kendi yaptığı tahribatın restorasyonunu da kendisi yapmaya çalışıyor. Artık “liyakatli” kadrolarını göreve getirerek, 15 Temmuz sonrası oluşmuş beş benzemez halden başka bir hale geçmeye çalışıyor. Bu restorasyon döneminde halkın ne demokrasi ne de ekonomik taleplerine yer var.

Halk, ekonomik kriz ve depremin yarattığı tahribatın ardından taleplerini, beklentilerini sıfırlamadı. Sorunlarını çözebilecek düzen içi aktör olarak hala Erdoğan’ı gördüğü için ona yeniden bir iktidar şansı verdi. Oysa Erdoğan rejiminin hiçbir sorunu halkı mağdur etmeden çözebilecek bir kapasitesi yoktur. Bugün halkın üzerine salınan vergiler, asgari ücret, emekli maaşları, yakında uygulamaya girecek Milli Dayanışa Paketi olacakları göstermektedir. Çok değil, en geç bir yıl içinde ekonomik krizin yükünü sırtında hissettiğinde, depremden evini kaybeden bir milyon ailenin talepleri karşılanamadığında halkın nasıl öfkeli tepkiler verdiğini göreceğiz.

Bu isyan potansiyeli ile buluşmak ise bekleyerek değil, yoksullaştırma politikalarına, depremin yarattığı ekonomik, sosyal ve kültürel yıkıma karşı mücadeleler içinde yeni halk örgütleri kurarak olabilecek bir şeydir.

Türkiye halkının büyük çoğunluğunun işçileştiği, kentleşme oranının yüzde doksanlara ulaştığı, işçi sınıfının gelirlerinin kamunun tasfiyesi ile birlikte çıplak ücretine daraldığı bu zamanlarda devrimcilerin görevi, basitçe düzen içinde sosyal adalet mücadelesi değildir. Devrimcilerin görevi, neoliberalizmin (kapitalizmin) krizinin yaşandığı bu tarihsel anda her tür hak mücadelesini ve toplumsal çelişkiyi devrim ve sosyalizm mücadelesinin parçası haline getirmektir.

Önümüzdeki dönemin hak mücadeleleri ağırlıkla, hayat pahalılığı karşısında eriyen ücret ve maaşlar, konut-barınma krizi, depremin yarattığı ekonomik ve sosyal tahribatlar, laiklik, kadınların mücadelesi, kent ve doğanın yağmasına karşı tepkiler üzerinden gelişecek.

Halkın öfke ve tepkilerinin gitgide büyüyeceği bir dönemin başındayız. Düzenin bekasına hizmet eden parlamento merkezli muhalif siyaset paradigmasının dışında, halkın özgücünü örgütlemeyi esas alan devrimci bir siyaseti örgütlemek karşımızda görev olarak duruyor. Sokağa mücadeleye…