Neoliberal küreselleşme süreci ile ilk kez gerçek anlamda bütün dünyayı kaplayan ve bütün üretim unsurlarını sermayeye, bütün üreticileri proleterlere, insanlar arasındaki bütün ilişkileri metalar arasındaki ilişkilere dönüştürerek sınırlarına dayanan kapitalizm, tarihsel kriziyle karşı karşıya.
Sermayeye dayalı üretim temel varsayımları itibariyle sürdürülemez bir noktaya geldi. Dizginsiz bir metalaştırma ve mülksüzleştirme süreci ile proletarya saflarına katılan ve kentlere yığılan yaklaşık 4 milyar insan da üretim araçlarının özel mülkiyetiyle ve metalar arası ilişkiye indirgenmiş bir toplumsal düzenle ters düşen istek ve yeteneklerle donanmış durumda.
Kapitalizmin krizi, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi ve sağlık krizi gibi görünümleriyle, insanlığı sermayeye dayalı üretim koşullarında bertaraf edilmesi imkânsız varoluşsal bir krizle yüzleştiriyor.
Bütün hayatı ve toplumsal ilişkileri kuşatan kapitalizm; cinsel, ulusal, dinsel baskı ve ekolojik çöküşü de emek-sermaye çatışmasının gündemleri haline getiriyor.
Marx’ın “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” şeklindeki meşhur cümleleri evrensel bir ölçekte ve çok daha zengin bir içerikle yeniden anlam kazanıyor.
2008’den itibaren bütün küreyi saran kitlesel direniş hareketleriyle birlikte uluslararası devrimci sürecin yeni bir devresi mayalanıyor.
Dünya ölçeğinde genişlemesinin sınırlarına dayanan kapitalizmin, sonu gelmez bir küresel krize dönüşen 2008 finans krizi itibariyle artık varlığını eskisi gibi sürdüremeyeceği daha o günlerden ilan edilmiş, kapitalizmin tarihin son durağı olduğu tezi artık savunulamaz hale gelmişti. Bu, sosyalistlerin temennisi değil egemenlerin de bir kabulüydü. O gün bugün yeni bir genişleme programı ortaya koyamayan kapitalistlerin dilinden “Eyvah!” dercesine “Marx haklıymış” sözleri dökülmüştü.
Milyarlarca insanın mutlak yoksullaşma ile yüz yüze geldiği bir toplumsal-ekonomik-ekolojik çöküntü yaratan neoliberal birikim rejiminin krizi, ezilenleri direnişe, egemenleri de savaşa ve faşizme mecbur bıraktı.
Neoliberal hegemonyanın sonu sayılabilecek 2008 küresel krizi ile girilen yeni dönemde; (1) Yeni bir birikim rejimi tanımlanamamakla birlikte, devlet, neoliberal propagandanın bütün iddialarını yerle bir edecek şekilde, eşi benzeri görülmemiş müdahale yöntemleri ile sermaye adına toplumun geri kalan kesimlerine karşı açık bir savaş yürütmeye başlamıştır. (2) ABD hegemonyasındaki gerilemeye bağlı olarak öne çıkan emperyalist-kapitalist sistem içi çelişkiler, Rusya’nın 2008 Gürcistan müdahalesi itibari ile yeniden birden çok yayılmacı-müdahaleci odağın rol aldığı, yeni bir emperyalistler arası rekabet aşamasına girmiştir. (3) Buna yeni tipte faşist iktidarların yükselişinin eşlik etmiştir. (4) Bu dönem, tüm bu gelişmeler karşısında, 1989-2008 arasının neoliberalizme karşı özsavunma hareketlerinden farklı olarak, yeni-sömürgeler dünyası ile sınırlı olmayan, savunmacı değil yıkıcı ve kurucu görevlerle karşı karşıya olan yeni bir kitlesel direniş hareketleri dalgasının bütün dünyayı sarmaladığı bir direniş çağıdır.
Dünyaya bir bütün olarak bakıldığında ne kapitalizmin krizi aşılabilmekte ne de proleterleşmiş insanlığın direnişi bastırılabilmektedir. Kapitalizmin evrenselleşmesi, krizin ve direnişin de evrenselleşmesini kaçınılmaz hale getirmiştir.
Krizin yıkıcı etkileri, emperyalist sistem içi hiyerarşi ve çatışmalar yoluyla kemer sıkma programları, savaşlar, enerji ve gıda krizleri ve göç dalgaları biçiminde ülkeden ülkeye ihraç edilmektedir. Bu koşullarda yükselen neo-faşist iktidarlar kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı, göçmen düşmanlığı, şovenizm, dinci gericilik, bilim karşıtlığı ve doğa düşmanlığı ile yeni çatışma eksenleri yaratmaktadır. Tüm bu eksenlerde gelişen direnişlerin ilhamı da sınırları aşarak ilerlemekte ve direniş sanki dünya çapında bastırılabilmesi mümkün değilmiş gibi, bir yerde son bulurken bir başka yerde patlak vermektedir.
Nüfusu 1 milyonun üzerindeki 160 ülkenin en az 125’i, 2008 sonrasında büyük çaplı kitle hareketlerine sahne oldu. Kitle hareketleri daha önce hiç görülmedikleri ülkelerde, hiç görülmedikleri biçimlerde yaşanmaya başladı. 1989-2008 arasında ağırlıkla Latin Amerika’da ve diğer yeni-sömürge ülkelerde görülen hareketlenmeler, 2008 sonrası bütün küreye yayıldı.
2008 finans krizi neoliberal emperyalizmin merkezlerinde patlak verdiğinde Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da bankaların kurtarılıp krizin faturasının emekçi halka çıkarılmasına karşı kitle protestoları yükselmişti. Bu hareketlerin en başarılı örneklerinden biri, finans sermayesinin çıkarlarını savunan sağcı hükümetin kitle protestoları sonucu devrildiği ve halkın doğrudan katılımıyla yeni bir anayasa taslağının oluşturulduğu Tencere Tava Devrimi (2009) ile İzlanda’da yaşandı. Batı’daki bu hareketliliği Aralık 2010 itibariyle önce Tunus sonra da Mısır’da patlak eren, sonra da bütün Arap dünyasına yayılan halk isyanları izledi. Dünya ekonomisindeki daralmanın ihracata dayalı üretimi vurması, gelirlerinden olan gurbetçi işçilerin eve gönderdikleri dövizlerin kesilmesi, temel ihtiyaç maddelerine yönelik devlet desteklerinin kaldırılması, yaşam pahalılığındaki ve genç işsizliğindeki tırmanış yolsuz yönetimlerin baskı ve aşağılamaları ile birleşince halkın sabrı taştı. Tunus ve Mısır’da batı destekli çürümüş diktatörler devrildi. Emperyalizm, 2011’de neoliberal-İslamcı alternatiflerin iktidara gelişini destekleyerek ya da bölgede bir işgaller ve güdümlü iç savaşlar sürecini tetikleyerek Arap halklarındaki bu uyanışı boğmaya çalışırken, isyanın ilhamı dünyanın dört yanını sarmıştı bile. “%1’e karşı %99” sloganıyla finans sermayesine bayrak açan Wall Street’i İşgal Et hareketi ve Londra’daki muadili hareketler simgeselliğin ötesine geçemese de 2010 ve 2011’de hemen hemen bütün Arap ülkeleri, bütün Batı Avrupa ülkeleri, İsrail, Güney Kürdistan, Kafkasya, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Hindistan, Çin ve İran kitle gösterilerine sahne oldu. 2011’de ivme kazanan kitle hareketleri 2013’te Gezi Direnişi ile birlikte Türkiye’ye de uğradı ve küredeki yayılışını sürdürdü.
Zamanla birbirine ilham vermenin ötesine geçip ortak gündemler etrafında uluslararası hareket biçimleri de aldı. 2017-18’de patriyarkal kapitalizme karşı düzenlenen Fe-minist Grevlere 50 ülkeden katılım vardı. Mart 2019’da 125 ülkeden 1 milyon öğrencinin iklim krizine karşı etkin politikalar talebiyle örgütledikleri okul boykotları ile, “Kâr değil insanlık” ve “İklimi değil sistemi değiştir” sloganlarının öne çıktığı bir Küresel İklim Grevi hareketi başladı. 10’uncusu 25 Mart 2022’de düzenlenen Küresel İklim Grevlerinin harekete geçirdiği insan sayısı gittikçe artıyor.
Pandeminin öngünü olan 2019’da 50 ülkede büyük ölçekli kitle hareketleri yaşandı. İktidarların, toplum sağlığını korumaktan çok muhalefeti hareketsiz kılmaya odaklandığı pandemi yönetimi nedeniyle yaşanan kesinti ise kısa sürdü. Pandemi dönemi politikalarıyla sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesi ve halkı kontrol altında tutmaya yönelik baskıların tırmanması yeni protesto dalgalarını ve isyanları tetikledi. 2020’de Lübnan, ABD, Endonezya, Hindistan, Kırgızistan, Belarus ve Tayland’da halk isyanları patlak verdi.
Pandemiden çıkış sürecinde bir küresel enerji ve gıda krizi ile yüz yüze gelen dünyada yine en olmaz yerlerde halk isyanları tetiklenerek direnişin ayak izi daha da büyüdü. 2022, enerji zengini Kazakistan’da enerji fiyatlarının artışıyla, yolsuzluklara ve anti-demokratik düzene karşı kendiliğinden bir halk isyanının patlak vermesiyle başladı. Bu isyan Kazak yönetiminin imdadına yetişen Rus askeri gücüyle ezildi ve diğer Orta Asya diktatörlükleri de teyakkuza geçti. Şubat sonunda Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açması enerji ve gıda krizini daha da derinleştirdi. Mart ve nisan aylarında enerji krizi ile üst üste binen yaşam pahalılığının ve Ankara güdümlü kamuyu tasfiye hamlelerinin kitle eylemlerini tetiklediği K.Kıbrıs’ta ise bir hükümet daha düştü. Nisanda başlayan kitle protestolarını aylardır sürdüren Sri Lanka halkı, yine enerji krizi ve yaşam pahalılığının büyüttüğü öfke ile ülkeyi 17 yıldır yöneten ve Türkiye’ye hiç de yabancı gelmeyecek bir talancı hanedanın iktidarını sallıyor. Bu yazının yayına hazırlandığı haziran ayında ise Ekvador halkı yaşam pahalılığının ve sermaye talanının tetiklediği bir öfke ve emeğin talepleri ile sokaklara dökülmüş durumda. Giderek derinleşen enerji ve gıda krizine, küresel stagflasyon (ekonomik durgunluk + enflasyon) emarelerinin de eklenmesi ile 2022’nin geri kalanında bu yeni halk isyanları dalgasının ivmelenerek yayılması bekleniyor.
Kitlesel direniş hareketi, uğradığı hiçbir ülkede daha sonra aynen tekrarlanmasa da sahneden kalıcı olarak geri çekileceği tek seferlik bir deneyim olarak yaşanmadı. İktidar ve mülkiyet ilişkilerini doğrudan karşısına alan bir program ve devrimci bir önderlikle hareket etmese ve içinde güçlü “savunmacı” eğilimler barındırsa bile yerleşik iktidarlar tarafından yıkıcı bir tehdit olarak algılandı. 10 yıldır yatıp kalkıp “Gezi” korkusuyla sayıklayan adam haksız değildir. Geniş kitlelerin yönetim ve bölüşüm ilişkilerinden dışlanmaya karşı geliştirdiği en basit itirazları dahi, mevcut kriz koşullarında uzlaşma aralığı tükenen sistem açısından nihayetinde yıkıcı bir çatışmaya doğru harekete geçiştir.
İsyan ve direniş içindeki karşılaşmalar sayesinde hem devrimci hem karşıdevrimci güçler, karşıtlarını ve müttefiklerini daha iyi tanımakta, zaaf ve yeteneklerini keşfetmekte ve iniş çıkışlı bir seyir içinde daha sert çatışmalara doğru yol almaktadır.
Kapitalist sistemin refah, demokrasi ve barış vaadini bir kenara bırakarak mutlak yoksullaştırma, faşizm ve savaşa yaslandığı ve gezegeni yok oluşa sürüklediği yerde açığa çıkan direnişler, proleterleşmiş insanlık açısından yaşamsal bir zorunluluktur. Ancak direnişler, an’a ilişkin bir zorunluluk olmanın ötesinde, açığa çıkardığı talepler, yan yana ve karşı karşıya gelişler ve çatışma biçimleri itibariyle de devrimci toplumsal öznenin oluşumuna ışık tutmaktadır. Kahreden ve yaratan, yani kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuracak olan onlardır.
Proletarya devrimleri çağının yeni bir devresindeyiz ve yerküreyi sürekli dolaşan direnişlerin ateşi bu yeni devrimci süreci şu an ancak cılız bir ışıkla aydınlatabildiği için onu ancak bir “alacakaranlık”ta görüyor ve seçmeye çalışıyoruz. Bunun için, direnişlerin ışığını elimizde tutmak ve içinde yaşadığımız toplumun her köşesine yaklaştırmaktan başka yolumuz yok.