Kadınların direnişi, sistemin krizi

Pınar Gültekin’i yakarak üstüne beton döken, katil Cemal Metin Avcı’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, Ağır Ceza Mahkemesi tarafından haksız tahrik indirimi uygulanarak 23 yıla indirildi…

“Huzur, güvenlik ve esenliğin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla” 8 Mart’lar, Onur haftaları, adliye önü eylemleri…  yasaklandı…

Her türde şiddetle mücadele konusunda “Önleme, Koruma, Kovuşturma ve Destek Politikaları” geliştirmeyi hedefleyen ve feminist hareketin mücadelesiyle yazılan İstanbul Sözleşmesi’nden Erdoğan’ın çekilme kararı Türkiye çapında büyük eylemlerle, İstanbul Sözleşmesi’nin ne olduğunun bütün topluma anlatılmasıyla, AKP ile bağlantılı vakıflardaki kadınların dahi sözleşmeyi savunmasıyla karşılandı. Sözleşme’den çekilme kararının iptali için Danıştay’da yapılan her duruşmada Erdoğan’ın kararı ve kadın düşmanı politikaları, kadınlar tarafından yargılandı. Danıştay savcıları “Sözleşme’nin feshedilmesi hukuksuzdur” görüşünü bildirdi.

Kadın hareketi de LGBTİ+ hareketi de yasaklar karşısında geri adım atmıyor. Israrlı mücadelenin yarattığı güven sokağa çıkanları azaltmıyor.

AKPlilerin kadın sanatçılara vermeye çalıştığı “ahlak ayarları” her biri birer manifesto niteliğinde cevaplar alıyor.

Otobüste yanında duran kadını gözetme, anne kız ilişkilerinin değişimi, iş yerinde, evde okulda yaşadığın şiddeti artık daha doğrudan anlama ve ona karşı harekete geçersen yanında birilerinin olacağını bilme, çocuk yaşlardan başlayan feminizme dair düşünmeler… Küçük gündelik direnişlerden hep birlikte erkeklerden ve devletten gelen şiddete karşı direnişlere, kadınlar eskisi gibi yaşamak istemiyor!

Kadınların direnişi, neoliberal patriyarkal kapitalizmin ve faşizmin krizi

AKP iktidarının kadın düşmanı politikalarının tesadüf olmadığı artık çok daha çıplak görülebiliyor. Çoğu zaman feministler de dahil olmak üzere solun bazı kesimleri AKP’nin ilk döneminde demokratikleşme aramaya, beklemeye yatkındı. Oysa bugünkü faşizmin temelleri o günlerde atılmıştır. AKP iktidarının ilk dönemine özgü olan; “dinci gericiliğin, neoliberal sömürge kapitalizminin toplumsal-sınıfsal örgütlenişi, rejimsel biçimlenişi ve gündelik ideolojik hegemonyası açısından taşıdığı işlevsellik ve yaygınlıkta kaydedilen sıçramadır.”1 Erdoğan’ın deyimiyle 2011 seçimleri sonrası başlayan “ustalık dönemi” ise ta o zamandan 2023’e projekte edilmiş, yeni bir toplumsal rejimi inşa etme süreci olarak tariflenmiştir. Bizim iddiamız odur ki ister “tek adam rejimi”, ister “saray rejimi” ister “neo faşizm”/ “neoliberal faşizm”  diye tanımlayın, Türkiye’de yaşanan rejim değişikliğinin temel sacayaklarından birini kadın düşmanlığına dayanan yeni bir toplumsal cinsiyet rejimi oluşturuyor. Bugün yaşadığımız kadınlara ve LGBTİ+lara dönük saldırganlığın, fobinin temel nedeni budur. Ve bu kadın düşmanı toplumsal cinsiyet rejimi Türkiye’ye özgün yönleri olsa da bütün dünyada benzer özellikler taşıyan iktidarlar altında kurumsallaşmaktadır.

Bugün yaşadığımız kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı Ortaçağ’dan çıkıp gelmiş gerici bir unsur değil tam tersine özgürlük söylenceleriyle pazarlanan neoliberal kapitalizmin krize girdiği anda, bu krizi ve mülksüzleşen, işçi sınıfına yeni bölükler halinde eklenen milyonları yönetmek üzere açığa çıkan faşist rejimlere özgü modern bir kadın düşmanlığı. Faşizm, tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının iktidarı olarak ortaya çıktığı dönemde de kapitalist üretim tarzının geçirmekte olduğu krize bir çözüm getirmek için düşük ücretli işçiler olarak kadınlardan yararlanmıştır. Ancak ideolojik düzlemde aile hep yüceltilmiş ve kadınlardan faşizm altında reel olarak düşen ücretlerin satın alamadığı tüketim maddelerinin ev içinde hazırlanması için fedakârlık yapmaları istenmiştir. Her dönem faşist rejimler altında kadınların hem ev içinde hem de ücretli işlerde eskisine oranla daha fazla sömürüldükleri ve ezildikleri koşullar yaratılmıştır.2

Kapitalizm patriyarkayı geçmişten devralmıştır. Dönem dönem birbiriyle çelişen, dönem dönem birbirini besleyen, kendi iç dinamikleri olan bu sistemler tarihsel süreç içinde oluşmuş bütünsel bir ilişkiyi (patriyarkal kapitalizm) açığa çıkarmıştır. Kapitalizm her kriz döneminde patriyarkanın sunduğu olanaklardan yararlanarak kendine çıkış yolları aramıştır.

İstanbul sözleşmesinin kaldırılması gibi kadınların kazanılmış haklarına saldırılar ile bugün Türkiye’deki faşist rejimin karakteri kadın düşmanlığı üzerinden şekilleniyor

2008 krizi sonrası bütün dünyayı kasıp kavuran halk isyanları yaşandı ve hala farklı nitelikler kazanarak bu isyanlar devam ediyor. Kapitalizmin çoklu krizleri içinde ortaya çıkan yönetememe durumuna “sağ popülist” diye adlandırılan faşist iktidarlarla yanıt üretilmeye çalışılıyor. Bu kadın düşmanı iktidarların hepsinin aileci, hepsinin milli ve dini söylemlerle hareket ediyor olması tesadüf değil. Macaristan’dan Polonya’ya Brezilya’dan Türkiye’ye iktidardaki faşizmler cinsiyetçi, homofobik, kadın düşmanı yönleriyle öne çıkıyor. Neoliberal faşizm kadınların özerkliğini doğrudan hedef alan, toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı, dinci, aileci politikalarla iktidarda kalıyor.3

Bu iktidarların en önemli vurgu noktası aile. Türkiye’de 2016’da yayınlanan “Aile Bütünlüğü, Boşanma Olayları ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”4 sonrası kadınların uzun yıllar süren mücadeleler sonucu kazandığı birçok hak gasp edilmek isteniyor. AKP iktidarı, Aile İrşat Büroları ve fetvalarıyla Diyanet’i bir sosyal hizmet kurumu haline getiren, boşanmayı zorlaştıran, kürtajı yasaklayıp çocuk yapmayı teşvik eden politikalarla aileyi güçlendirmeye çalışıyor. Aile bu iktidarlar açısından kadınların cinselliğinin ve doğurganlığının denetlendiği, toplumsal yeniden üretimin en önemli girdilerinden biri olan kadınların karşılıksız emeğinin sömürüldüğü ve sistemin hem ideolojik hem de toplumsal olarak yeniden üretildiği kurum.

Bu noktada kadınların bedenlerinin ve emeklerinin denetiminin bugün patriyarkal kapitalizmin nasıl merkezinde duran bir sorun olduğuna değinmek yerinde olacaktır. Kapitalizm, üretimle yeniden üretimi mekânsal olarak ve toplumsal ilişkiler bakımından birbirinden ayırır. Ve emek gücünün yeniden üretimi sermaye ilişkilerinin dışında, özel alanda kadınlar tarafından sağlanır. Ancak neoliberal politikalarla beraber dünya nüfusunun büyük bölümü ücrete bağımlı proleterlere dönüşürken emek rejiminde de değişiklikler yaşandı. Özellikle kadınların (ve tabii ki göçmenlerin) istihdama katılımı düşük ücretli, güvencesiz, kayıt dışı ya da esnek biçimlerde ev içindeki emek sömürüsünün devamı niteliğinde koşullarda gerçekleşti. Ve esas olarak ev işinin devamı niteliğindeki işlerde yoğunlaştı. Emeğin ev-kadınlaşması olarak da tanımlanan (Maria Mies, Ataerki ve Birikim, 1998) bu süreç giderek bütün işçi sınıfının genel çalışma biçimi halini aldı. Bunun ötesinde neoliberal politikalarla artı değerin oluşum biçimleri genişledi. Emeğin toplumsal yeniden üretimi için zorunlu olan sağlık, eğitim, barınma, temiz su, bakım… gibi kamusal haklar bir yandan piyasada alınıp satılan metalara dönüştürülürken diğer yandan giderek eriyen gelirlerle satın alınması zorlaşan bu ihtiyaçların aile içerisinde kadın tarafından ücretsiz olarak karşılanması beklentisi güçlendi. Buna bir de emeğin kendisinin biyolojik olarak üretilmesi eklendiğinde, kapitalist sistemin çarklarının dönmesinde kadın emeği ve doğurganlığının denetimi giderek merkezi bir konuma gelmeye başladı. Pandemi kadınların ev içi emeğinin ve kadınların üstendiği bakım işlerinin ne kadar hayati olduğunu bütün dünyada bir kez daha görünür hale getirdi. Dünya halkları pandemiyi bir sağlık krizi, ekolojik kriz, ekonomik kriz olarak yaşadığı kadar bir toplumsal yeniden üretim krizi olarak da yaşadı.5

Bugün kadına yönelik erkek şiddetinden, kadınların haklarının iktidarlar tarafından gasbedilmesinden söz ederken neoliberal patriyarkal kapitalizmin ve devletin içinde olduğu krizin büyüklüğünü görüyoruz. Kapitalizmin kendini yeniden üretmesi için ihtiyacı olan istikrarlı toplumsal ilişkiler bütünü parçalanmakta, her aşamasında sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel ve hatta ekolojik çatışmalara sahne olmaktadır. Devletin en tepesindeki erkekle ailenin içindeki erkek arasındaki iş birliği çatırdamakta, kadınların ataerkil pazarlık payları azalmakta, burjuva çekirdek ailesi parçalanmakta, erkek şiddeti ve bu şiddetin devlet tarafından korunması kadınların ücretli ücretsiz emeğini ve bedenlerini denetlemenin açık aracı haline gelmektedir. Ve esas önemlisi bütün bu krizler neoliberal patriyarkal kapitalizmin ve faşizmin tüm hegemonya araçlarını sarsan yıkıcı isyanları tetiklemektedir.

Türkiye’de Feminist Hareket hem kazanılmış hakları savunma hem de kadınların LGBTİ+’ların alanlarını genişletmeleri açısından etkili bir politik özne

Kadınların direnişi ve feminist hareket

Kadınlar uzunca bir süredir dünyanın dört bir yanında direnişte. Dijitalleşme kendisi böyle bir hedef koymamış olsa da harekete enternasyonal bir nitelik kazandırıyor. Feminist hareket, çok çeşitli kadın kesimleriyle, 90lı yıllardan itibaren sosyal hareketler içinde gelişen kadın hareketlerinden devraldıklarıyla ama onlardan farklı olarak kendi bağımsız gelişim seyri içinde ilerliyor. Latin Amerika’da Şili, Avrupa’da İspanya gibi sınıf hareketiyle ve sosyalist hareketle iç içe gelişen birkaç örnek dışında feminist hareket bazen yaprak kımıldamayan ülkelerde neoliberal faşist iktidarlar karşısında haklarına ve yaşamına sahip çıkan direnişler sergiliyor. #MeToo ve peşinden gelen ifşa hareketleri, Ni Una Menos başta olmak üzere kadın cinayetlerine ve erkek şiddetine karşı hareketler, feminist grevler, kürtaj hakkı eylemleri, kadın yoksulluğu ve borçlanma karşıtı hareketler, İstanbul Sözleşmesi’ni savunma hareketleri, pandemi koşullarında kadınların hakları ve dayanışmasını örgütleyen hareketler, LGBTİ+ düşmanlığına karşı hareketler… Sistemin krize girdiği her nokta feminist hareketin uluslararası direnişine sahne oluyor.

Türkiye de kadınların direnişinin en güçlü olduğu ülkelerden biri. 20 yıldır iktidarda olan ve son yıllarda devletin bütün gücünü tek elde toplamış bir diktatörün karşısında açık kafa tutma hareketi feminist hareket. Hem kazanılmış hakları savunma, hem de kadınların ve LGBTİ+ların alanlarını genişletme açısından etkili bir politik özne. (Feminist hareketin olmadığı koşullarda gündelik yaşamın neye dönüşebileceğini hayal edin.) Sosyal medyanın yaygın kullanımından, kitlesel eylemlere, etkili kampanyalardan meclis ve ağ tipi örgütlenmelere birçok aracı bir arada kullanabilen bir hareket. Doğrudan hareketin içindeki ve hareketle temas halindeki kadınlardan çok daha fazlası kadın hareketinin ve feminist hareketin sözünü, bilgisini, çağrısını evinde, iş yerinde, okulunda duyabiliyor.

Yıllar içinde ısrarlı ve istikrarlı bir mücadeleyle kazanılmış bütün bu nitelikler bugünün Türkiye’sinde feminist hareketi devlet krizi karşısında başka bir konumlanışa ilerletemez mi? Burada Türkiye’de yükselen feminist hareketin sorunlarına ve ilerleyebileceği yöne dair kısa bir tartışma çerçevesi sunmaya çalışacağız.

Feminizmin ve feminist hareketin mutlaka geleceğe yönelik söyleyecekleri olmalı. Bugün yoksulluk, faşizm, savaş koşullarında şekillenen hayatı dönüştürecek köklü öneriler, eşitsizlikleri ortadan kaldıracak adımlar, biz olsak nasıl yapardık sorusunun cevaplarını da üretmeliyiz. Ancak bunların hepsinin kitapta yazan ya da bize hayal kurduran sözcükler olmasının önüne geçecek şey direniş. Karşımızda kadın ve LGBTİ+ düşmanlığıyla yoğrulmuş, saldırgan ama her açıdan krizde olan bir iktidar var. Etrafından dolanmadan üstüne yürümemiz gerekiyor. Bunu nasıl yapacağız?

Faşizmin yasasıyla, mahkemesiyle, polis gücüyle, ekonomik baskı mekanizmalarıyla kadınlar için bütün hayatı kuşattığı bir dönemin içindeyiz. Devletten, dinden, patriyarkal kapitalizmden doğan yapısal şiddet gündelik hayatta erkek şiddeti, borçluluk, emek sömürüsü, adaletsizlik, polis şiddeti, ayrımcılık… olarak karşımıza çıkıyor. Bu şiddeti tanımlayıp kaynağını açığa çıkaracak, şiddet döngüsünü kırabilecek, kadınların yaşamlarına, bedenlerine, emeklerine sahip çıkmasını, hakkı olanı almasını sağlayacak feminist özsavunma, dayanışma ve örgütlenme pratiklerine ihtiyacımız var.

Kadın hareketinin kampanyalarla örgütlenmesinin ve kitlesel refleks eylemlerinin hareketi belirli bir noktaya ilerlettiği aşikâr. Kitlesel eylemler iktidara ihtar eylemleridir ve hele de faşizmin bu kadar yükselişte olduğu dönemlerde iktidarı kuşatan önemli sokak hareketlilikleri yaratırlar. Bundan sonra da devam edecek bu hareket biçiminin tıkandığı noktaları, sosyal medya dışında yüz yüze iletişimle yapılacak kitle çalışmalarının imkânlarını, yasaklar ve polis şiddeti karşısında nasıl donanımlar kazanmak gerektiğini konuşup planlamalıyız. Las Tesis feminist kolektifinin dalga dalga bütün dünyaya yayılan “yolundaki tecavüzcü” performansını, Latin Amerikalı kadınların “bizi polisten kim koruyacak?” sorusunu ve “bizi toplulukları örgütleyenler koruyor” cevabını unutmayalım. Bunun yanında hareketin şu an en güçlü ve tartışmalı silahlarından biri olan teşhir/ifşa eylemleri karşısında gelişen erkek-yargı işbirliğini kırmanın yolları üzerine de konuşmalıyız.

Türkiye’de 2017 yılında Uluslararası Kadın Grevi ile dayanışmanın ötesine geçememiş olsa da feminist grevleri anlamalı ve ülkemizde bir feminist grev yapmak için ne tür imkanların olduğunu her an sorgulamalıyız. Feminist grevler kadınların görünmeyen ev içi emeğini, yeniden üretimi, göçmen emeğini, trans emeğini… görünür kılan, işçi sınıfını, yaşamın her alanına ve toplumun her kesimine yayılmış emek sömürüsü biçimlerine doğru genişleten bir niteliğe sahip. Sadece güvenceli ve sendikalı olan işçilerin değil toplumun her kesiminin farklı biçimlerde greve katılmasının yollarını sunan bir eylem biçimi. “Biz durursak hayat durur” sloganı etrafında hayatı durdurmanın, itaatsizliğin farklı yolları feminist grevlerin içerisinde denendi. Feminist grevlerin içerikleri sadece emeğin haklarıyla sınırlı olmayan bir siyasal genişliğe sahip. Arjantin’de 2016 yılında kadın cinayetlerine karşı grev çağrısı yapan feministler, “Bir Kişi Daha Eksilmeyeceğiz!” sloganının bütün dünyaya yayılmasını, Arjantin’de yıllardır süren kürtaj hakkı mücadelesinin siyasal olarak sıçramasını ve kongre binasını kuşatan eylemlerden kürtajın yasallaşmasına giden süreci örgütlemiş oldu. Şili’de feminist grev manifestosu “Her şeyi dönüştürmek için geldik” diyordu. Şili feminist grevi “sosyal, hukuki, ekonomik, toprakla ilgili talepleri” de içerdi ve Şili halkının iktidara karşı ayaklanmasında önemli bir rol üstlendi. Feminist grevin taşıdığı bu imkânları ve ülkemizde siyasal grev geleneğinin hiç de azımsanmayacak bir geçmişi olduğunu biliyoruz. İşçi sınıfı örgütlerinin zayıflığı, kadın hareketiyle işçi hareketi arasındaki mesafe gibi gerekçeler feminist grevi düşünmemizin, planlamamızın önünde bariyer olmamalı.

Feminist Hareket bugün kendisini özgürleştirirken bütün toplumsal ilişkileri de değiştirmeyi hedefleyen kesintisiz bir devrim tahayyülüne sahip

Feminist hareket kendi devinimi içinde hareketin yeni militanlarını üretiyor. Sokaktaki mücadelenin temsilcileri hızla öne çıkıyor. Ancak hareketin kurumsal temsili çoğu zaman geleneksel kadın hareketi öznelerine kalıyor. Politikleşme süreçlerinin feminist hareketin taşıyıcı öznelerine kattığı olumlu olumsuz özellikler, sahip olunması gereken nitelikler, hareketin kurumsal temsiliyetlerinin nasıl yaratılacağı ve mücadelenin ihtiyaçlarına göre bir ittifak politikası geliştirilmesi, üzerine konuşulması gereken özgün meseleler.

Bugün artık feminist hareket, iktidarların tehdit olarak karşısına aldığı önemli bir devrimci dinamizm. Eril iktidarları sorgulayan, kadınlar üzerindeki toplumsal, ekonomik, cinsel sömürüyü ortadan kaldırıp eşit ve özgür bir toplum kurmayı hedefleyen, siyaseti tek bir alana sıkıştırmayan; özel alanın ve kamusal alanın politikasını birlikte üreten bir hareket. Dahası kendini özgürleştirirken bütün toplumsal ilişkileri de değiştirmeyi hedefleyen kesintisiz bir devrim tahayyülüne sahip. Bu nedenle feminist hareketin içerisinden yapılacak değerlendirmeler, tartışmalar ve pratikler sadece kadın hareketini değil bütün toplumsal mücadeleleri etkileyecek sonuçlar yaratacaktır.

Beraber ilerletmek dileğiyle…

Dipnotlar

1 Neoliberal dinci “yurttaşlık rejiminin” kanlı yüzü: kadın düşmanlığı – Halkın Devrimci Yolu, Sayı 7, Haziran- Ağustos 2011, s. 66-77

2 Klasik faşizmde kadınların konumuna dair daha ayrıntılı bir okuma için; Faşizm ve Kadınlar, Şirin TEKELİ, 1984

3 İktidardaki kadın düşmanlığının yanında özellikle Avrupa’da gelişen “anti-gender” hareketlere de ayrıntılı bakmakta fayda var. Türkiye’de henüz küçük gruplar halinde olsa da “Mağdur Babalar”, “Aile platformu” gibi ara ara eylem çağrıları da yapan küçük gruplar ve özellikle son dönemde LGBTİ+’lara dönük saldırgan eylem çağrıları yapan İslamcı gruplar son yıllarda daha çok görünür olmaya başladı.

4 https://icisleri.gov.tr/399-sira-sayili-meclis-arastirmasi-komisyonu-raporu

5 Toplumsal yeniden üretim krizi ve toplumsal yeniden üretim kuramına dair yazılar ve tartışmalar dergimizin ilerleyen sayılarında mutlaka olacaktır.