Devlet, kriz ve faşizme karşı mücadele

Neden doğru bir devlet teorisine sahip olmalıyız?

Kapitalizm, ekonomi ile devleti birbirinden ayırır, devletin sömürücü sınıfların değil, toplumun tamamının çıkarına işlediği görüntüsünü yaratır. Kapitalist devlet bunu, genel oy, temsili siyaset, güçler ayrılığı gibi, “demokratik” görünümlü politik araçlar ve “milli eğitim”, “kitle iletişimi” ve “kurumsal din” vb. ideolojik hegemonya araçları ile oluşturur. Modern devletin bu yapısı, onu hem sınıf egemenliği aygıtı hem de sınıflar mücadelesinin bir sahnesi haline getirir. Ezilen sınıfların sermaye egemenliğine karşı mücadelesi devletin biçimini ve rejimini demokratikleşmeye zorlarken, sermayenin emeğe boyun eğdirmeye yönelik saldırısı, diktatörlüğe yöneltir. Kapitalist devletin değişik biçimlerini (monarşi, cumhuriyet, faşizm, Bonapartizm vb.) ve bunların rejimlerini egemen sınıfların kendi içlerindeki ve ezilen sınıflarla arasındaki güçler dengesi belirler. Bu güç dengeleri, ekonomik, politik, toplumsal, hegemonyal değişikliklere bağlı olarak sürdürülemez hale geldiğinde siyasi krizler gündeme gelir.

Kapitalist sömürüye son vermek, sosyalizmi kurmak için burjuvazinin siyasi sınıf egemenliğine son veren bir politik devrim zorunludur. Politik devrim, soyut ve keyfi bir dönüşüm değil, somut siyasi kriz koşulları üzerinde gelişen stratejik bir sınıf eylemi olarak gerçekleşir. Politik devrimin yıkmaya yöneldiği devletin tipinin, biçiminin, rejiminin doğru olarak saptanması, onun siyasi krizlerinin niteliğini ve içerdiği devrimci olanakları kavramanın anahtarını sunar.

Faşizm: Kapitalist Devletin Bir Biçimi

Faşizm burjuvazinin herhangi bir açık diktatörlüğü olmadığı gibi burjuvazinin siyasi gericiliğinin genel adı da değildir. Komünist Enternasyonal’de faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğü olarak tanımlanır. Bu tanım faşizmin sınıfsal temeli, yöntemleri ve yönelimleri açısından özgün bir diktatörlük olduğunu ortaya koyar. Faşizm sermaye kesimlerinin tümünün değil finans sermayesinin, onun da tümünün değil “en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının” diktatörlüğüdür. Bu diktatörlüğün yönetim biçimi ise açıkça teröristtir. Ayrıca faşizm olağanüstü bir devlet biçimdir.

Faşizmin bu genel tarifi, faşizmin değişik gelişme aşamalarının, faşist hareketlerin ve diktatörlüklerin değişik biçimlerinin, özel niteliklerinin incelenmesi ve bunlara karşı özgün mücadele taktiklerinin geliştirilmesi gereğini ortadan kaldırmaz.    

Sömürge tipi faşizm1, emperyalizmin yeni sömürge ülkelerdeki egemenliğini sağlamanın ve sürdürmenin yolu olarak emperyalist merkezler tarafından “yukardan inen”2 biçimde devletlerin faşistleştirilmesi sonucu ortaya çıkan bir faşizm modelidir. Bu nedenle yeni sömürge ülkelerde faşizme karşı mücadele anti-emperyalist/anti-oligarşik mücadele bütünlüğü içinde ele alınmalıdır.    

Türkiye’de Sömürge Tipi Faşizmin Krizi

Türkiye “Soğuk Savaş” sürecinde NATO’nun SSCB karşısındaki tampon ülkesi olarak konumlandırılırken, kontrgerilla sisteminin bir parçası haline getirilen ordusu da komünizm, şeriat ve Kürtçülük/Bölücülük tehlikesine karşı bir “iç savaş ordusu” olarak şekillendirilmişti. Türkiye’nin Sömürge Tipi Faşizmi bu tarihsel temel üzerinde örgütlendi.

Sosyalist bloğun dağılmasıyla iki kutup ortadan kalktı ve yeni koşullar ortaya çıktı.

• “Komünizm Tehlikesi” ve SSCB tehdidi ortadan kalktı

• Neoliberalizm kapitalizmin küresel ekonomik sistemi haline geldi.

• ABD’nin batılı emperyalist devletler üzerindeki hegemonyası zayıfladı. “Emperyalist Blok“ blok özelliğini yitirdi. Emperyalistler arasındaki rekabet şiddetlendi. Kapitalist dünya çok kutuplu hale dönüştü.

• NATO’nun işlevi zayıfladı. Başta ABD, emperyalistler kendi başlarına askeri stratejiler geliştirmeye başladılar.

• Rusya görece ekonomik zayıflığına rağmen askeri, Çin görece askeri zayıflığına rağmen ekonomik güçleriyle Asya’daki nispeten güçlü ülkelerle de şimdilik esnek ve geçici ittifaklar kurarak dünya ekonomisinde ve siyasetinde güçlerini hissettirmeye başladılar.

Bu değişimlerle birlikte ABD’nin Türkiye’ye yüklediği rol değişti. ABD eski Sovyet cumhuriyetlerinde ve Ortadoğu’da yeni bir sömürgeleştirme hareketine girişti. ABD Siyasi İslamı bölgesel bir nüfuz aracı olarak öne çıkardı, geleneksel Kürt milliyetçisi partilere Irak, Suriye ve İran’a yönelik emperyalist müdahalelerde rol yükledi. Türkiye’nin verili kontrgerilla yapısının bu yeni politikalarla uyumundaki güçlükleri aşabilmek için merkezinde ve yapısında kapsamlı değişiklikler gerekiyordu.

ABD ve yerli tekelci sermaye bu amacına 2001’den 2007’ye kadar uzanan bir mücadele sürecinin sonrasında, AKP-Gülen koalisyonu ile ulaştı. 2004’te “En iyisi akıllı bir diktatör. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bunun şartı hukuk sisteminin iyi çalışması” sözüyle Rahmi Koç’un işaret ettiği yola 2007’de Ergenekon operasyonları ile girildi.

AKP-Gülen Koalisyonunun Yükselişi ve Çöküşü

ABD’nin etkin desteğiyle orduda, yargıda, poliste, bürokraside, istihbaratta, üniversitelerde, basında kapsamlı bir tasfiyeye gidildi. “Ergenekon” ve diğer operasyonlarla eski kontrgerilla iktidarı ve kadrosu tasfiye edililirken, kontrgerilla, ABD emperyalizminin bölgesel sömürgecilik planlarıyla uyumlu hale getiren yeni bir yapıya yönlendirildi. Bu yeni yapı, “Ilımlı İslam” görünümlü Müslüman Kardeşler ağının bir parçası olan AKP hükümetine, ABD ve İngiltere’nin manipüle ettiği “Arap Gericiliği” ile ilişkili Cihatçı çetelere, Olağanüstü Yetkili Gülenci savcıların çekip çevirdiği yeni bir siyasi yargı sistemine ve polise, MİT ve Dışişleri bürokrasisindeki etkin bir kadrolaşmaya dayanıyordu. ABD, Türkiye devletini 2004’te ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) angaje etmişti, ancak bunu yaparken, kontrgerilla sisteminin TSK (dolayısıyla NATO ve Pentagon) merkezli yapısını zayıflatmıştı.

ABD, BOP’u atağa geçirme fırsatını 2010’daki “Arap Baharı” ile yakaladı ve Suriye ve Libya müdahalelerini hazırlamaya girişti. Ancak bu müdahaleler, ABD’nin beklediğinin aksine bir “Ilımlı İslam” hegemonyasına değil, IŞİD, El Kaide gibi “Batı/Hristiyan düşmanı” Cihatçı örgütlerin hızla güçlenmesine, ABD’nin çıkarttırdığı iç savaşlarda inisiyatifi ele geçirmesine ve Avrupa’nın merkezine yayılan “İslamcı Terör” kampanyalarına yol açtı. ABD ılımlı islam ittifakını terketti. Bu durum AKP-Gülen koalisyonundaki iç gerilimlerin hızla tırmanmasına yol açtı. ABD’nin Suriye ve Libya’da partnerlerini değiştirmeye yönelmesi, AKP-Gülen koalisyonunun kontrgerilla sistemindeki iktidar merkezinde ve ağlarındaki uyumunu bozdu. Koalisyonun her iki tarafı da eski kontrgerilla merkezi (“Ergenekon”) ve ağlarıyla ittifak sağlayarak birbirlerine karşı güç kazanmaya yöneldiler. Her iki taraf da ırkçı-devletçi doğrultuda politik dönüşler yaptı. Dersaneler Krizi ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın savcılığa çağrılmasıyla başlayan çatışma süreci 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle doruk noktasına ulaştı.

Krizden Çıkan “Tek Adam Rejimi”

15 Temmuz olayı, kontrgerilla sisteminin kurumsal ve uluslararası altyapısında şiddetli bir dağınıklığa ve zayıflamaya yol açtı. Devlet bir bütün olarak krize girdi. AKP-MHP-“Ergenekon”+ koalisyonu bu krizi aşmak için düzen güçlerinin üretebildiği tek alternatif olarak ortaya çıktı. Düzen içi muhalefetin zayıf direnişi, hileli 2017 referandumu ve 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi ile aşıldı. Erdoğan’ın “Başkanlık Rejimi” adı verilen “tek adam yönetimi”, kontrgerillanın merkezini ve kurumsal ağını bu koalisyona dayanarak yeniden inşaa etmeyi ve devlete bu yeni merkez etrafında “düzen” kazandırmayı amaçlıyordu. Bu süreç Kürt ve demokrasi düşmanlığı üzerinden, Suriye ve Libya’da savaş bataklığını derinleştirerek, militarizmi ve polis devletini tırmandırarak, muhalefete düşman hukuku uygulayarak işletildi.

Kurulu düzen açısından sonuç tam bir başarısızlık oldu. Kontrgerilla sisteminin, başta emperyalist merkezle uyum olmak üzere, hiçbir yapısal sorunu giderilemedi. Faşist terör rejimi, halkın değişik kesimlerinin zaman zaman fiili direnişlere de dönüşen demokrasi taleplerini tasfiye etmeyi başaramadı. Bir “devlet krizi”ni aşmak için gündeme getirilen Erdoğan rejimi, ortaya çıkardığı direniş kapasitesinin etkisi altında bizzat bu krizi derinleştiren bir unsur haline geldi. Bu nedenle Erdoğan rejiminin “yönetememe krizi” gibi görünen bugünkü krizi, alışılageldik bir hükümet krizi değil, yaşanmakta olan devlet krizinin bir derinleşmesi olarak ele alınmalıdır.

Sömürge tipi faşizmin tarihsel krizinden genel olarak Türkiye’deki burjuva devletin krizine doğru ilerleyen bir süreçle karşı karşıyayız. Bu kriz AKP-MHP iktidarını, iktidarı bırakamaz hale getiriyor. AKP-MHP faşist ittifakını diğer egemen sınıf hükümetlerinden ayıran bu özelliğidir.

Devrimci yol, krizlerin içinden geçer!

AKP-MHP faşizmi bu devlet krizini çözebilir mi? Devlet krizinin, bugünkü şiddetli ekonomik ve toplumsal krizle üst üste gelmesi, kitle desteğinin zayıflamasına yol açmış, bugüne kadarki krizlerini atlatmakta kullandığı en önemli avantajı yitirmesine neden olmuş, kriz çözme kapasitesini büyük ölçüde daraltmıştır.    

Egemen sınıfların bir başka iktidar seçeneğiyle bu devlet krizini çözme imkanı, aynı kriz dinamikleri nedeniyle çok zordur. Neoliberalizmin krizi, dünyanın her yanında sömürücü sınıfları neofaşist/otoriter iktidar alternatiflerine yöneltmektedir. Millet İttifakı anti-otoriter, parlamentarist söylemiyle böyle bir iktidar alternatifini kolayca şekillendiremeyecektir. Temsili iktidarın değişimi için mücadeleler devlet krizini derinleştiren ve kontrgerillayı bir bütün olarak tasfiye etmedikçe sürüp gidecek bir çatışma sürecini harekete geçirecektir. Egemen sınıfların siyasal fraksiyonları arasındaki bu mücadele, seçim öncesi, seçim anı ve sonrasında şok edici yeni parçalanma süreçlerini yaratmaya adaydır. Yani uzun sürecek bir devlet kriziyle karşı karşıyayız. Devrimci yol, bu krize müdahalenin devrimci politikası ve devrimci yöntemi içinde belirginleşecektir.

Türkiye toplumunun geniş kesimlerinde iktidar karşısında türdeş olmasa da yüksek düzeyde bir politikleşme yaşanıyor. Ülke tarihinin en sert ve en hızlı yoksullaştırmasına maruz bırakılan emekçiler ve orta sınıflar; siyasal varlıkları yok edilmeye çalışlan Kürtler; kışkırtılan mezhepçiliğin mağduru Aleviler; ikinci sınıf olmaya zorlanan kadınlar, yok sayılan ve saldırıya uğrayan LGBTİ’ler, özgürlükçü, cumhuriyetçi, modern, laik kitleler; aydınlar, sanatçılar, gazeteciler; işgal edilen üniversiteler, gençlik… Tüm sayılan ve sayılmayan bu sınıf ve kesimler, sorunlarının çözüm yolunun mevcut baskıcı iktidara son verilmesinden geçtiği konusunda hemfikirler. Önemli oranda ilerici nitelikler taşıyan bu politikleşme süreci, bir “mecburiyet” olarak Millet İttifakı’nın temsil ettiği düzen içi alternatiflerde sönümlendirilmeye çalışılmaktadır. Devrimcilerin somut bir iktidar mücadelesi programını somut bir gerçeklik olarak ortaya koyamamaları nedeniyle de etkili oldukları görülmektedir. Ancak bu düzen alternatifleri arasında uzayıp gidecek ve halkın gerçek politik, ekonomik, toplumsal ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzak çatışmaları,  emekçi halk kitlelerinin, devrimcilerin ortaya koyacağı sistemli ve tutarlı bir toplumsal kurtuluş programına yönelmesini sağlayabilir. Bunun en önemli koşulu devrimcilerin krize ve çatışmalara emekçi halk adına inisiyatif alarak müdahale etmesidir.

Yoksullaştırmaya karşı halkın refahı, faşizme karşı halk demokrasisi, emperyalistlerin yağma savaşlarına karşı halkların barışı perspektifiyle oluşturulacak somut bir mücadele programı faşizmin ve neoliberalizmin krizini devrimci bir sürece dönüştürebilir. Seçimler devrimcilerin belirleyici olabileceği bir süreç olmasa da seçimlere doğru bir müdahale seçimler sürecini ve sonrasını faşizme karşı mücadelenin imkanı haline dönüştürebilir. Zira iktidarın seçimler sürecini faşist saldırganlığı ve baskıları tırmandırdığı bir süreç olarak işleteceği gözler önündedir. Ancak düzen içi muhalefetin kitlelere iktidarın saldırganlığını boşa çıkartacak güveni verdiği de söylenemez. Devrimcileri seçenek haline getirecek en önemli boşluklardan birisi budur.

En geniş antifaşist kesimleri faşizme karşı birleştirme görevi sosyalistlerin omuzundadır. Faşizmin yıkılması hedefi sosyalist bir programa sahip olmayan başka siyasal kesimleri de kapsamayı zorunlu kılar. Bu da mücadele araç, yol, yöntemlerin çeşitli olmasını gerektirir. Günümüzde faşizme karşı mücadeleyi iki aks üzerinden tanımlamak mümkündür; faşizme karşı kitlelerin anti faşist öz savunmasını örgütlemek ve demokrasi mücadelesini yükseltmek. Ve neoliberalizmin halkın omuzlarına yüklenen iflasına karşı mücadele ile faşizme karşı mücadeleyi iç içe süreçler olarak programlamak.

Dipnotlar

1 Sömürge Tipi Faşizmin genel teorisine ilişkin özet bir yaklaşım, bu sayıdaki Sömürge Tipi Faşizm başlıklı yazıda yer aldığından, ayrıca bu konuyu ele almayacağım.

2 Dimitrov, Güneydoğu Avrupa ülkelerinin kendine özgü şartlarının faşizmin “yukarıdan inen” gelişme biçimine neden olduğunu belirtir. (G. Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Ekim Y. Sf. 60)