Direniş hareketleri, kent savaşlarına kadar uzanan bir militanlığa ve meydan işgallerinde açığa çıkan bir komünal organizasyon yeteneğine sahiptir. Gündelik tepki ve taleplerin ötesinde sistem karşıtı eleştirileri ve yeni bir toplumsal düzenin kuruluşunu çağıran talepleri de dillendirmektedir. Direniş, bir devrimci iktidar mücadelesine dönüşmese bile “devrim”i potansiyel olarak içinde barındırmakta, devrimin gerekli iradi müdahale gerçekleştiği takdirde mümkün olduğuna işaret etmektedir. Temel sorun da direnişin içindeki devrimci potansiyeli örgütleyebilecek, direnişten devrime yol açacak bu iradi müdahalenin yaratılması sorunudur. Ancak bu müdahale, belli bir program, örgüt ve stratejiyi hayata geçirmeye cüret etmenin ötesinde, günün sosyalizm anlayışını, devrimci program, örgüt ve stratejisini günün sınıf mücadeleleri içinde inşaya girişmektir.
Devrim gerekli ve mümkündür ancak sosyalist hareket bunu somut ve gerçekçi bir hedef olarak ortaya koyamamaktadır. Geleneksel sosyalist özneler, mevcut halleriyle kendilerini marjinalize olmuş, direniş hareketlerinin gerisine düşmüş halde bulmaktadır. O halde temelde bir sorun olduğunu görmek gerekir: Sosyalizmin bir tarihsel dönemi kapanmış ve bugünün devrimci çizgisi, devrimci sınıfların hareketi içinde ve bu hareket üzerine düşünen ve eylemde bulunan devrimcilerin zihninde henüz olgunlaşmamıştır. Sosyalist aidiyet geniş kitlelerin gözünde, günün sınıf mücadelelerine öncülük eden kadroların ideolojik-politik kimliğinden çok, hâlâ eskiye ait bir “politik kimlik” olarak algılanmaktadır. Yenilgileriyle ve işçi sınıfının geniş katmanlarıyla bağ kuramama gerçekliğiyle hesaplaşmayan sosyalist yapılar, mevcut varlıkları üzerine bir siyaset kurmaya çalıştıklarında sorunu daha da derinleştirmekte, devrimci siyasetin imkânsızlığı fikrine ikna olabilmektedir. Oysa sosyalist hareketin öznel gerçekliği değil de kitlesel direniş hareketlerinin nesnel gerçekliği esas alındığında görülmektedir ki devrimci siyaset mümkündür ve programı, eylem çizgisi, örgütsel yapısı, stratejisi ile topyekûn yeniden inşa edilmelidir.
Yeniden inşanın yolu da hazır formüllerde ya da sosyalist hareketin öznelliği içinde değil sistem karşısında direnme eğilimi gösteren ezilen sınıfların gerçek hareketi içinde aranmalıdır. Bu, ezilen sınıfları devrimci iktidar mücadelesine sevk edebilecek devrimci öncünün rolünü yadsıyarak mevcut direniş hareketlerini idealize etmek olarak algılanmamalıdır. Aksine devrimci siyasetin yeniden inşası, direniş hareketlerinin içindeki devrimci potansiyeli harekete geçirecek iradi bir müdahalenin inşasıdır. Ancak bu iradi müdahale, direnişler içinde oluşan özneye rağmen değil tam da o öznenin bilinçli politik eylemini örgütleme doğrultusunda o özne hesaba katılarak örgütlenmelidir.
Peki bu iradi müdahaleye girişen devrimciler hangi imkân, sorun ve görevlerle karşı karşıyadır?
Kapitalizmin 2008 sonrası içine girdiği kriz, kapitalist devletin burjuvazinin çıkarlarını toplumun genel çıkarları olarak sunma yeteneğini ve bir sınıflar arası uzlaşma aracı görünümünü büyük ölçüde ortadan kaldırıp, sermaye çıkarları için emeğe karşı adeta açık bir savaşa girmesine yol açmıştır. Böylece işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile politik mücadelesi arasındaki dolayımı büyük ölçüde kısaltmıştır. İşçi sınıfı tepkileri ve talepleri ile siyaset sahnesine yeniden dönmektedir. Ancak bu yine de sadece bir müdahale imkânıdır. Kritik nokta işçi sınıfının taleplerinin burjuva siyaset sahnesine yansıması değil işçi sınıfının bağımsız bir politik güç olarak örgütlenmesidir.
Yasal çerçeve içinde hareketsizleştirilen geleneksel sendikal hareketin ataletine ve örgütlenme oranlarının düşüklüğüne rağmen, yeni işçi sınıfı katmanları fiili grevlerle sahne almaktadır. İşyerinde bir araya gelme imkânı bulamayan işçiler dijital iletişim araçlarıyla etkin bir şekilde iletişim kurmakta, eylemlerini kent merkezlerine ya da yaşam alanlarına taşımakta, geniş kesimlerin ilgi gösterdiği direnişler hızlı ve etkin dayanışma eylemleriyle desteklenmektedir. Binlerce işçinin bir arada durduğu fabrika modelinin toplumsal inşada belirleyiciliği ortadan kalkarken, milyonlarca işçinin ve mülksüzün etkileşim içinde olduğu ve sermaye karşısında kendi kader ortaklığını fark ettiği bir kent gerçekliği açığa çıkmaktadır.
Mülksüz kitlelerin yoksullaştırmaya karşı yeniden üretim alanlarında verdiği mücadeleler de emek-sermaye çatışmasının bir başka eksenini oluşturmaktadır. Pek çok kitle hareketi genellikle gıda ve enerji başta olmak üzere temel ihtiyaç maddelerine ve hizmetlere yapılan zamlarla tetiklenmekte, farklı işçi sınıfı katmanları birlikte harekete geçmekte, ezilen cinsel, ulusal vb. kimliklerin sınıf refleksi ile davrandığı görülmektedir. Kamulaştırma talebinin önem kazandığı ve meclisleşme eğiliminin açığa çıktığı bu hareketler anlık olarak büyük bir enerji açığa çıkarmakla birlikte kendi başına sürekliliğini sağlayamamaktadır. Bir küresel enerji ve gıda krizi yılı olarak, ilk adımları halihazırda atılmış isyanlara davetiye çıkaran 2022, devrimcilere bu süreklilik sorununun da içinde çözülebileceği bir fırsat sunmaktadır. Henüz çok zayıf ve geliştirilmeye muhtaç da olsa, kamulaştırma talebi ve meclisleşme eğilimi, sosyalist bilincin geniş kitlelere taşınması, devrimci siyasetin programının, eylem çizgisinin ve örgütsel yapısının inşası açısından bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.
Son dönemde direniş hareketlerinde militanlığı, sürekliliği, faşist iktidarlarla karşı karşıya gelişi, ulusal ve uluslararası örgütlenme yeteneği ile kadın hareketi özel olarak öne çıkmaktadır. Kadın hareketi faşist iktidarlarla ve patriyarkal kapitalizmin kendisiyle çatışan bir devrimci potansiyeli açığa çıkararak gelişmektedir. Bu haliyle bütün mücadele alanlarında önderliği ele alma eğilimi göstermektedir. Ancak, işçi sınıfı mücadelesi içindeki konumu karmaşıktır. Toplumsal yeniden üretim alanında karşılığı ödenmeyen ve üretim alanında ekstra sömürüye tabi tutulan kadın emeği, hala erkek egemen bir yapıdaki geleneksel işçi sınıfı örgütlerinin ilgi ve kapsama alanının önemli ölçüde dışındadır.
Kapitalizm-patriyarka ittifakı en çıplak biçimini neo-faşist iktidarların kadın düşmanı politikalarında bulmakta, kadın hareketi dolaysız olarak anti-faşist bir hareket olarak gelişmektedir. Burada iki görev belirmektedir. Birincisi sınıfın cinsiyet temelli bölünmüşlüğünün giderilmesi ve sınıf hareketi ile kadın hareketi arasındaki mesafenin kapanması için işçi sınıfı örgütleri işyerlerinden evlere, sendikal yönetim mekanizmalarından bütün bir toplumsal hayata kadar kadın-erkek eşitliği mücadelesini kendi mücadele programlarının temel başlıklarından biri haline getirmelidir. Kadın hareketine işçi sınıfı hareketinin bir parçası olduklarının bilinciyle davranmalarını telkin etmek, kadın özgürlüğü mücadelesinin kapitalist toplum öncesi ve sonrasını da kapsayan daha geniş bir tarihselliğin mücadelesi olduğunu yok saymak anlamına geleceğinden meselenin çarpık biçimde ele alınması olacaktır. Bir diğer görev ise kadın hareketindeki anti-faşist direniş eğiliminin, devrimci politik mücadelenin özel bir unsuru olarak kavranmasıdır.
Kapitalizmin doğa üzerindeki tahribatı, iklim krizi ile birlikte artık dünyadaki hiçbir insanın dışında kalamayacağı bir soruna dönüşmüştür. İnsanlık bir bütün olarak artık ya kapitalist uygarlığa ya da dünya üzerinde yaşama son verme arasında bir tercih yapma noktasına gelmiştir. Elektrik üretimini %100 yenilenebilir enerji ile karşılayan İzlanda’da bile, kapitalist ekonominin büyüme ihtiyacına bağlı gereksiz ihtiyaç yaratma zorunluluğu iklim krizine yol açan karbon salımlarının sınırlandırılmasını öngören iklim anlaşmalarının uygulanmasını imkânsız hale getirmektedir. Ekoloji hareketi kapitalizmin köklü eleştirisini sunmaya aday bir kır emekçileri hareketi, bir kent hareketi ve bir küresel gençlik hareket olarak büyümektedir.
Yarısı işçilerden oluşan 300 milyon kişilik göçmen topluluğu ise sistem karşıtı direnişler içinde ezber dışı pozisyonu nedeniyle ihmal edilmemesi gereken özel bir rol oynamaktadır. Sistem güçleri bir yandan kapitalist sistemin ucuz ve yetişmiş emek gücü ihtiyacını karşılamak için göçü teşvik etmekte ya da göçün koşullarını yaratmakta, bir yandan da bir emek yönetimi siyaseti olarak göçmenleri bir güvenlik tehdidi olarak sunmaktadır. Sadece 2020’de 26 milyon kişi göç etmiştir ve bu sayı yeni savaşlar, uluslararası eşitsizlikler ve iklim krizi nedeniyle yıldan yıla tırmanacaktır. Sistemin kendi krizine çözüm olarak teşvik ettiği göç hareketleri aynı zamanda yıkıcı bir potansiyel de barındırmaktadır. Bu yıkıcılık diğer toplumsal hareketler gibi bir de direnişçi göçmenler hareketinin açığa çıkması ile oluşmak durumunda değildir. Göçmenler ya da göçmen düşmanlığına karşı çıkan gruplar direniş hareketleri içinde sınırlı bir yer alsa da yeni proletaryanın en savunmasız ve neo-faşizm tarafından en çok hedef gösterilen kesimi olan göçmenler gittikleri ülkelerde ilk aşamada kendi başlarına açık kitle örgütlenmelerine ve hareketlerine girişmemektedir. Göçmenleri gittikleri ülkelerin işçi sınıfının ya da direniş hareketlerinin eşit bir unsuru gibi davranmaya ikna etmek yerine, işçi sınıfı içerisinde ve yaşam alanlarında göçmen düşmanlığına karşı mücadele yürütülmelidir. Ancak bu durumda sınıf içi bölünmelerin ve faşist saldırganlığın önüne geçilebilir ve proletaryanın en dibindeki bu katmanın farklı yetenekleri ve daha iyi bir yaşam arzuları ile toplumsal mücadelelere katılımı sağlanabilir.
Anti-kapitalist mücadele ücretli emeğin üretim alanındaki mücadelesi olmakla kalmamakta, mülksüzleştirilmiş kitlelerin yeniden üretim alanlarında sermayeye karşı mücadelesini, ücretli emek dışındaki toplumsal kategorilerin proleterleşmiş toplumun yönetilebilmesi için derinleştirilen diğer toplumsal çatışma alanlarındaki mücadelelerini ve ekoloji mücadelesini de kapsayacak şekilde genişlemektedir.
Direniş, sistemin saldırılarının farklı toplumsal kesimlerin gündelik hayatlarına farklı yansımaları karşısında, kâh neoliberal politikalar karşısında bir ekonomik mücadele görünümünde kâh faşist saldırganlığa karşı anti-faşist mücadele görünümünde yaşanabilmektedir. Ancak ekonomik mücadele görünümü önde olan bir direniş, devamında faşist saldırganlıkla yüz yüze gelmekte, anti-faşist mücadele görünümü önde olan bir direniş de kendi tutarlılığını ancak sermaye karşıtı bir pozisyonda bulabilmektedir.
Direniş hareketlerinin özneleri neoliberalizme ve faşizme karşı mücadele ekseninde birbirine yakınsasa da yakından incelendiğinde, farklı doğrultularda hareket eden güçlerin çelişkili bir birleşimi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu çelişki, özneler arasında olduğu gibi tek bir öznenin kendi içinde de yaşayabileceği bir çelişkidir. Politik aidiyeti ve yönelimi ile sınıfın oluşumu, tek bir yaşam ya da direniş pratiği ile değil bütün bir hayat deneyimi ve pratiği ile şekillenmektedir. Her biri eğitici karakterdeki deneyimler çoğaldıkça, örgütlü ilişki tek bir alandan başlayıp bütün hayatı kuşatmaya doğru ilerledikçe devrimci toplumsal özne de adım adım olgunlaşmaktadır.
Parçalar bütün içinde anlam kazanmakta, bu kitlesel direniş hareketlerinde, yeni eklenen katmanları ve müttefikleri ile birlikte oluşum halindeki 21. yüzyıl işçi sınıfının politik açıdan olgunlaşmamış başkaldırısı görülmektedir.
Bu koşullarda direnişten devrime bir yol açmaya çalışan devrimci kadroların ilk elden önlerine koyacakları görevler şöyle özetlenebilir: Günün direniş eğilimlerini sistem karşıtı içeriğiyle kavrayan sosyalist bir politik program oluşturarak, hareket halindeki kitlelere tarihsel ve bütünsel çıkarlarının bilincini taşımak. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ve devlet şiddetinin aşılmazlığı fikrini alt edecek, kitleleri mücadeleye teşvik edecek devrimci eylem pratikleri örgütlemek. Bu mücadele çizgisinin çoklu görevlerine uygun yerel/sektörel ve özel/merkezi örgütlerini kurmak.
Devrimciler bu inşanın adımlarını atmak üzere direnişçi kitlelere gitmeli, direniş hareketlerine neyi ne için yaptığını bilerek müdahil olmalı, direnişler içinde sürükleyici inisiyatifler kurabilecek iyi örgütçüler olarak hareket etmeli, direnişçilerin hem öğrencisi hem eğiticisi olmalı, faşizmin şiddeti karşısında direnişin sürekliliğini güvence altına alacak iyi bir savaşçı olarak dahil olmalıdır. Direniş hareketlerine katılan kitlelerin militanlık, cesaret, yaratıcılık, yıkıcı ve kurucu potansiyel anlamında devrimci kadroların hiç de gerisinde kalmayabileceğini gördük. Bugünkü ihtiyacımız, ayağı direnişte ufku devrimde olan kadroların yola koyulma iradesidir.