Devrimci sınıf çizgisi için kolları sıvayalım!

İşçi sınıfının özellikle yoksul Anadolu kentlerinde oy tercihlerinde radikal bir değişiklik olmamasını neyle açıklayabiliriz? Erdoğan, yaşam pahalılığına, yoksullaştırma dalgasına rağmen neden işçi sınıfından aldığı desteği yitirmedi?

Bu sorulara verilecek cevapların her biri, 14-28 Mayıs seçimlerinin ardından hareket noktalarımızı oluşturacak. Cevapların her biri, işçi sınıfı siyasetinin yeni mücadele ve örgütlenme taktiklerini üretme derdinde olanları da bir özeleştirel sorgulamanın içerisine sokarak yürünecek yeni yolun taşlarını döşeyecek.

Bu sorularla ilintili olarak yanıt aramamız gereken başlıkları, seçimin toplumsal politik sonuçlarının analizi; yeni mücadele ve örgütlenme taktiklerinin belirlenmesi ve bunun içerisinde sosyalist hareketin özeleştirel değerlendirilmesi şeklinde özetleyebiliriz.

AKP’nin sınıf politikası

2018’den itibaren kendisini hissettirmeye başlayan hayat pahalılığı yaşamın her alanına yayıldı. Bu pahalılık, pandeminin de etkisiyle git gide daha yakıcı biçimde hissedilmeye başlandı ve kalıcılık kazanmış oldu. Yine de iktidar, geniş işçi kesimlerini kendi iktidarına bağımlı kılarak, yoksulların hayatını sürdürebilmesinin koşullarını sağlamak adına birtakım tampon niteliğinde önlemler aldı. TÜİK verilerine göre, 2021-2022 arasındaki bir yılda 2 milyondan fazla, 2022-2023 arasında 1,5 milyondan fazla ilave istihdam yaratıldı. Böylelikle “geniş istihdam-düşük ücret” politikasının da bir sonucu olarak, ücretler düşük tutulsa da bir eve birden fazla asgari ücret girmesiyle yaşam pahalılığı daha ‘katlanılabilir’ kılındı.

Türkiye’nin seçim sathı mailine girmesiyle beraber, enflasyonda baz etkisi nedeniyle düşüş, dövizin yatay bir seyirde tutulması, EYT ödemeleri, emekli maaşlarının arttırılması gibi hamlelerle toplumun geniş kesimlerince yoksulluk yönetilebilir bir duruma dönüştü. Para politikasındaki değişikliğin ardından enflasyonun patlamasıyla beraber 2021’in Kasım ayında yüzde 71’lere düşen “Tüketici Güven Endeksi”nde, 2022’in ikinci yarısında başlayan toparlanma, Mart 2023’te yüzde 98,8’e kadar çıktı.

Dolayısıyla birçok iktisatçının vurguladığı gibi Türkiye’de kavramsal anlamda bir “ekonomik kriz” varlığından söz etmek mümkün değil. Büyüme rakamları, şirketlerin kâr oranları artarak devam ediyor. İşsizlik oranlarında da ciddi değişimler mevcut değil. Kuşkusuz işçilerin Erdoğan’a desteği, TÜİK’in güvenilmez verileri nedeniyle değil. Zaten hiç kimse krizin, felaketlerin, zor hayat şartlarının bulunmadığını söylemiyor. Erdoğan’ın buradaki alameti farikası bu şartlarda ayakta kalarak alternatif yönelimlerin çökertilmesini sağlayan bir iktidar stratejisini sağlayabilmiş olmasında. Özetle, Erdoğan ve AKP’nin, geniş kesimlerin desteğini almasında maddi çıkar ilişkisinin sürekli kılmasının önemi oldukça büyük.

Ekonomik göstergelerin yanı sıra AKP’nin 2002’den bugüne kadar belirli ölçüde sağladığı kitle desteği zayıflamış görünse de Yeniden Refah Partisi gibi gerici müttefiklerle bu destek iktidara eklemlenebildi. Bunun yanında AKP, iddiaların aksine, geleneksel kitle bağlarında önemli ölçüde bir zayıflama yaşamayarak, örgütlenme ağlarını, toplumsal ilişkilerini ve örgütsel omurgasını büyük ölçüde korumaktadır1. Hızla proleterleşen kitlelerle yaşam ve çalışma alanlarında kurulan ilişkiler, sürekli ve gerçek temaslar, ekonomik durgunluk döneminin görece katlanılabilir olmasını sağlıyor. Büyük şehirlerde ve Anadolu kentlerinde, geniş işçi kesimleri, organize sanayi bölgeleri, işçilerin yaşam alanları olan yoksul mahallelerde ciddi devrimci-sınıfsal-sendikal örgütlenme boşluğunun oluşması, var olan örgütlerdeki çözülmenin had safhaya ulaşması, geniş işçi kesimlerinin yaşanılan bütün zorluklara rağmen iktidar bloğundan kopamamasına neden oluyor.

Bu noktada işçi sınıfının en tabandaki kuşatılmışlığını, bu kuşatılmışlığın kırılma olanaklarını da saptamamız gerekiyor. Yoksul mahallelerde, Anadolu kentlerinde işçiler kendi gündelik çelişkileri içerisinde, her akşam izledikleri haber kanalı, her haftaki cuma namazı ve hutbesi, tarikat cemaat ilişkilerine katılımları sınıf çelişkilerini ikinci plana iten kaynaşma noktalarına sahip. İşçi direnişlerinin gösterdiği gibi yine de bu işçiler, zincirin kırılabilir halkası olarak işyeri odaklı ücret ve çalışma koşullarını iyileştirilmesi mücadelesini daha olanaklı olarak görüyor ve çok katmanlı iktidar ilişkileri içerisinde ilk kırılma, varsa sendikalarını değiştirmek yoksa mücadeleci bir sendikayı kendilerine kalkan olarak örgütleme deneyimi olarak yaşanıyor.

“Türkiye Yüzyılı”: İşçi sınıfını ne bekliyor?

2023 seçimleri Erdoğan’ın zaferiyle sonuçlanmış olsa da döviz kurundaki yükseliş, yüksek enflasyon, kiralardaki artış gibi ekonomik sıkışmışlıkları, “piyasalar ne derse desin, faiz inecek” söylemiyle özetlenebilecek hareket tarzıyla çözemeyeceği de ortada.

TÜSİAD, 16 Haziran 2023’te gerçekleştirdiği Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında seçim sürecini, sermayenin sorunlarını çözme konusundaki program eksikliğinden bahsederek geçtikten sonra, Kanal İstanbul’a gönderme yaparak “tasarruf” çağrısında bulunarak, kamu ihalesindeki haksız rekabeti dillendirerek, Merkez Bankası başta olmak üzere görev tanımı ve liyakat vurgusu yaparak mevcut tablodan bir çıkış reçetesi sunuyor. 2021’de TÜSİAD tarafından sunulan “Yeni bir anlayışla geleceği inşa” raporunun kabaca özeti sayılabilecek bu talepler, TÜSİAD’ın yeni dönemdeki ekonomik-siyasal atmosferde bir hegemonya oluşturma ve bu alanlarda yön verme çabasında olduğunu gösterebilir.

MÜSİAD cephesinde de durum çok farklı değil. 15 Haziran 2023’te MÜSİAD Genel Başkanı Mahmut Asmalı imzasıyla yayımlanan “Yeni dönem ekonomi politikaları değerlendirmesi” başlıklı açıklamayla, ekonomi politikalarının belirli rötuşlarla sürdürülmesini ifade ediyor: “Bu süreçte, Türkiye ekonomisinin uzun vadeli hedeflerine sadık kalınırken, acil ekonomik sorunlara çözüm sağlayacak politikaların kararlı ve tedrici biçimde hayata geçirilmesi beklentisi içerisindeyiz. Bu bağlamda ekonomi politikalarındaki bu değişim ihtiyacını, hızlı bir şerit değişikliği olarak algılamanın doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Değişim ve süreklilik bir bütün olarak ele alınıp harmanlandığı takdirde, ekonomiye yönelik başarılı sonuçların alınacağına inancımız tamdır”.

AKP-Erdoğan yeni dönemde, tüm bu beklenti ve taleplerin kesişim noktalarını belirleyerek emeğe karşı sermayenin birleşik çıkarlarını temsil etmeye devam edecek. Faiz konusunda olduğu gibi, şerh düşerek yol verdiği politikalarla sermayenin çatışan çıkarlarını yönetme becerisini sürdürmek zorunda olduğu da açık.

Özetleyecek olursak, önümüzde sermayenin ve ondan görece özerk pozisyonda olan Erdoğan-AKP’nin emeğe yönelik saldırılarını ve aynı zamanda çelişki noktalarını, farklı sermaye fraksiyonlarının ve Erdoğan’ın üzerinde tam mutabakat sağladığı emek rejimine yönelik saldırılar oluşturuyor. Sermaye fraksiyonlarının emeğe yönelik sürdüreceği bu politikalar karşısında işçi sınıfı siyasetinin nasıl yeniden biçimlendirileceği, devrimcilerin bu saldırılar karşısında belirleyen konumunda olup olmayacağı yeni dönemde izlenecek strateji ve taktiklerle ortaya çıkacak.

Devrimci sınıf çizgisi: Sınırımızı aşalım!

2023 seçimlerinde Erdoğan’ın galibiyetinin ardından sıkça dillendirilen ve sosyalist hareketin bir kısmının tartışmaya çalıştığı bir kısmının ise ezberlerini tekrarlaması biçiminde gördüğümüz “işçi sınıfının örgütlenmesi” sorunu ve devrimci bir sınıf çizgisi yaratma iddiasının niyet ve temenniden çıkarak pratik bir adıma dönüşmesi yakıcı bir ihtiyaç olarak orta yerde duruyor.

Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca işçiler, kendi gündemleri etrafında memleket sathında zaman zaman birbiriyle etkileşim halinde yayılan, kendi etraflarında kurulan sömürü çarkına itiraz eden ciddi çıkışlar gerçekleştirdi. Ücrete bağımlılığın yoksullaştırdığı hayatları daha katlanılabilir kılmak için ücret temelli mücadeleler basit bir talep hareketini aşarak, işçileri kontrol altında tutmak için kurulmuş sarı sendika pratikleriyle yüzleşen, onu aşarak mücadeleci sendikal alternatiflere yönelen, sendikasız ama bir tür olağan örgütlülük düzeyinde hareketlenmeleri açığa çıkaran birçok pratikle karşılaştık.

Bu süreç içerisinde fabrika işgalleri, şehirler arası yürüyüşler, kentin en görünür noktalarında toplanmayı hedefleyen ve ana yolları bloke eden konvoylar, fiili grevler biçiminde ortaya çıkan her hareketlenme yoksulluk ve hayat pahalılığı karşısında da yeni direnç noktaları olarak filizlendi.

Tüm bu hareketlilik geleneksel sendikal merkezlerin çözülüş sürecini hızlandırdı. Artık DİSK dahil, “anlı şanlı” konfederasyonlar işçilerin özellikle de işyeri odaklı kavgaya atılan işçilerin koşulsuz güvenebileceği odaklar değil. Ancak hâlâ bu geleneksel merkezlerin bir dönem sahip olduğu işlevi yerine getirebilecek odaklar ortaya çıkmadı. Bu doğrultuda ilerleyen çabalar ise henüz işçi sınıfının “sahipsizliği” sorununa cevap üretebilecek düzeyde gelişkinlik göstermiyor.

Sınıfın bütün hareketliliğini kavrayamasa da mücadeleci sendikal pratiklerin daha geniş bir alanda örgütlendiği bir sürecin de ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Geçmişte daha dar bir coğrafyaya, örneğin İstanbul’un belli bölgelerine sıkışan, yaşanan her haksızlık karşısında ilkeli duran ancak dar bir üye toplamına hitap etmenin ötesine geçemeyen çeşitli sendikalar, toplam hareketlilik içerisinde sınıfla daha doğrudan bağ kuran, ilişkileri kalıcı ve kökleşmeye imkan tanıyan, coğrafi olarak da ülke geneline yayılma eğilimlerini barındıran bir noktaya taşımış durumda.

Geleneksel sendikal merkezlerin gerilemesiyle, mücadeleci sendikal pratiklerin güçlenmesi, yaygınlaşması ve olgunlaşması süreci birbirine koşullu olarak gelişiyor. Ancak bu süreci kendiliğinden bir gelişim süreci olarak görmemek, gelişme olanaklarını da doğal seyrine bırakmamak için iradi müdahalelerde bulunmak önem arz ediyor.

Aksi takdirde yaşanan makus talih, dönem dönem gelişen mücadelelerin hızla geriye çekilebildiği ve kalıcı etkisinin çok sınırlı düzeyde kaldığı örneklerdir. Peki kendi sınırımızı nasıl aşacağız?

Enerji, sağlık, eğitim, inşaat, tekstil, maden, metal gibi ülkemizde sermaye birikim stratejisinin önemli parçaları olan stratejik sektörlerde ortaya çıkan hareketlenmeler kendi zeminine sağlam basarak genelleşebilir bir fikri geliştirmeli ve pratiği hayata geçirmelidir.

Sağlık işçilerinin sendikal pratiği aynı zamanda bir toplumsal sağlık hareketi olarak kendisini ortaya koymalı, bugün hayata geçirilen deprem bölgesi pratiğinde örneği görüldüğü gibi tüm toplumsal yaşamı ilgilendiren bir noktada durmalıdır. Enerji işçilerinin her mücadelesinde öne çıkan “Kentleri var etme” vurgusunun sahici karşılıkları yaratılmalı, enerji işçileri kentteki her sorunun muhatabı olarak konumlanmalıdır.

(Ancak bu doğrultu sınıf mücadelesinin dışından müdahalelerle inşa edilmez.) Dolayısıyla ilk adım sendikal pratiğin öncelikle işyeri merkezli sorunlarda kendisini kanıtlayarak, yani bir güven kazanma evresini başarıyla tamamlayarak gündelik yaşamın sorunlarına da müdahale eden, işçiler arasında bu bilincin gelişmesini sağlayacak hamleleri yapmalıdır. Örneğin farklı işkollarından işçilerin kendi sendikal ya da pratik içerisinden çıkmış örgütleriyle işçi sağlığı ve iş güvenliği talepleri etrafında yan yana gelmesi, iş cinayetinde yitirdiği sınıf kardeşleri için mücadele ettiği ya da zamlara karşı taban örgütlülükleriyle yan yana gelerek protestolar gerçekleştirdiği örnekler çoğaltılmalıdır.

Uzun süre mesaide kalan, her an iş cinayeti riskiyle karşı karşıya kalan, geçim derdindeki geniş işçi kesimlerinin bir protesto hareketi ya da geçim şartlarının ağırlaşmasıyla siyasal ve toplumsal bilincinin hızla şekilleneceğini beklemek yanlıştır. Seçim sonuçları bunun en net kanıtı olmuştur. Bu yalnızca AKP veya sağ partilere oy veren işçiler açısından değil, muhalefet cephesine oy verenler açısından da geçerlidir. Siyasete sahici bir katılım yolunun ya da başka bir deyişle kendi kaderini eline alacak bir mücadelenin yerine gösteri toplumunun yarattığı düşünüş biçimiyle yetinmek, sınıf içi kültürel yarılmaların tarafı olmak benzer kısıtlı bakış açısının sonucudur.

Yalnızca üretim süreci içerisindeki ilişkiler değil, aynı zamanda medya, din, milliyetçilik, akrabalık ve hemşehrilik ilişkileri, siyasal-rantsal ilişki ağları kitleleri kuşatıyor. Bu kuşatılmışlık içerisinde farklı bir siyasal alternatif arayış riskli hale geliyor. Bahsi geçen, şiddetle cezalandırılma riski değil, mensubu olduğu sosyal çevrenin dışında kalma riskidir. Özellikle büyük kentlerin çeperlerinde, Anadolu’da sanayi havzalarında bu dışlanma hayatta kalma koşullarını ağırlaştırıyor. Dolayısıyla geniş kesimlerde içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerden oy verdiği partiye kadar sürdürülen devamlılık ilişkisi, aktif bir destekten ziyade pasif bir rıza ilişkisi olarak kavranmalıdır. Aksi halde değiştirilebilir bir nitelik barındırmadığı şeklinde yanlış ama yaygın düşünme biçiminin esiri oluruz.

Tüm bu kuşatılmışlık içerisinde işçiler kendi içinde bulundukları durumu değiştirebilecek en rasyonel hamleyi, en rasyonel zamanda yapmak için fırsat kolluyorlar. Bu yüzden genelde patron ya da iktidar değil, ilk hedefleri kendilerine ihanet eden sendikalar ya da işyerindeki kötü özelliklere sahip basit bir yönetici hedef alınıyor. Büyük güçlerle kavganın hazırlığı daha zayıf rakiplerle karşı karşıya gelirken yaratılan birlik ve motivasyon içerisinde gerçekleşiyor. Bu yol arayışının içerisinde varlık gösteren her devrimci sendikal ve sınıfsal pratik ise toplam bir değişim noktasında kritik roller oynayabiliyor. Ancak işçilerin sahip olduğu rasyonel zaman ve hamle yapma özelliği, hareketin canlılığını zaman zaman düşürdükleri ve doğru zamanı kolladıkları bir tür sessizlik dönemlerini de barındırıyor. İşte tam da bu sessizlik dönemleri aynı zamanda toplumsal hareket biçiminde örgütlenecek sendikal ve sınıfsal pratik için en kritik anları oluşturuyor. Yoksa o boşluk iktidarın medyası, ideolojik aygıtları, gündelik ilişkileri tarafından kolayca doldurulabiliyor.

Sonuç olarak, geleneksel sendikal merkezlerin çözüldüğü bu süreçte, işçi sınıfının arayışına cevap verebilecek bir inisiyatif merkezinin (mücadeleci sendikaların, sınıf içinden gelişen çeşitli düzeylerde örgütlenmelerin ilerletici ilişkisini barındıran) oluşturulması hayati önem taşıyor. Büyük işçi kentlerinde, yoksul mahallelerde, Anadolu’da işçi havzalarında gündelik yaşam, sınıfsal çelişkilerin örtük ama yakıcı bir biçimde yaşandığı yerler. Dolayısıyla verilen her refleksin sınıfsal bir anlamı var. Yaşam alanlarına bu gözle bakarak adım atmak, işçi sınıfının etrafına inşa edilen gerici kuşatmanın kırılması açısından önem taşıyor.

Sendikal pratiği ileriye taşımak ve mücadeleci bir sınıf siyaseti inşa etmek, işyerlerini de yaşam alanlarını da birbirinin bütünleyeni olarak gören kavrayışla mümkündür. Dolayısıyla bu çizginin hayata geçirilmesinde sendikal pratiklerin çok önemli bir yeri olmasına rağmen tek başına yeterli değildir. Sınıf çizgisinin, yaşam alanı örgütlülüklerinden karşılıklı dayanışma ilişkilerini geliştirecek, hayatın bütününü kavrayacak bir noktaya doğru genişletilmesi gerekmektedir.

Enerji işçileri kentin bütününü kavrayabilecek bir potansiyele sahiptir, sağlık emekçileri salgınlar çağında bir toplumsal sağlık hareketi olarak örgütlenmektedir ve bu noktadan genişleyebilir, özel sektör öğretmenleri hem kendi hakları için hem de eğitimin kamusal bir hak olması için mücadeleyi büyüterek kendi sınırlarını aşmaktadır. Benzer örnekler çoğaltılabilir ancak her bir sektörel hareketin farklı hareketlerle buluşma noktalarının yakalanması ve genişletilmesi önümüzdeki dönem sınıf hareketinin kendi sınırlarını aşması noktasında asıl atılması gereken adımlar olacaktır.

Dipnot

1 Detaylı bir okuma için: Sevinç Doğan, Mahalledeki AKP, İletişim Yayınları, 2016