Bu yazıyı dinleyin

Yıkılan konutlar değil yaşamımız

Bugün yaşadığımız konut-barınma krizinin, ülkeyi yönetenlerin politik renkleri değişse de temel mantığı değişmeyen yüz yıllık bir arka planı bulunuyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında gelişen devlet cihazının ihtiyacı olarak, memurlar için kamu lojmanları inşa edilmekle işe başlandı. Sonrasında kamu fabrikalarının hızla açılmaya başlamasıyla işçiler için konut ihtiyacı doğduğunda fabrikalar etrafında işçi konutları yapıldı. Kamu sektörünün yanı sıra özel sanayileşme ve ticaretin derinleşmesine bağlı özel konut üretimi teşvik edildi. İnşaat sektörüne destek olmak ve özel konutlarını yapmak isteyenler için İş Bankası ile zamandaş Emlâk ve Eytam Bankası kuruldu.

Milli nüfus yaratma politikasının bir sonucu olarak sürdürülen mübadele ve göçmen getirme girişimiyle 1940 yılına gelindiğinde ülke nüfusunun neredeyse yüzde 10’u Türk kökenli ve/veya Müslüman göçmenlerden oluşuyordu. Göçmenler için devlet tarafından konut inşa politikası izlendi. Anadolu’yu terk eden Türk ve Müslüman olmayan halkın bıraktığı konutların çoğu önceden paylaşılmıştı. Göçmenlere konut yapma işi oldukça sınırlı kaldı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin yeni sömürgeleştirme süreci ile birlikte büyük kentlerde yoğunlaşan sanayi ve gelişen ticaret, kırın geleneksel ilişkilerinin çözülüşünü, kırdan kente göçü hızlandırdı. Bu durum 2000’li yıllara kadar yaklaşık 60 yıl boyunca kentlerin çeperlerinde gecekondu yapılaşmasına yol açtı. 1980’lere gelindiğinde büyük kentlerdeki konutların yarısından fazlası gecekondulardan oluşmaktaydı. 1990 yılında toplam kentsel nüfusun yüzde 34’ü gecekondularda yaşarken, gecekondu nüfusu Ankara’da %70, İstanbul’da %60, İzmir ve Adana’da %50’ye ulaşmış durumdaydı. 1940’larda kamu arazilerinin işgal edilmesiyle başlayan gecekondulaşma süreci, yetersiz konut ve yüksek kira sorununa halkın bulduğu bir çözümdü. İlki 1953’te Demokrat Parti döneminde olmak üzere, çeşitli hükümetler döneminde on kez çıkarılan afla gecekondu mahalleleri “düzenli apartman mahalleleri”ne dönüştürülmeye çalışıldı.

1969 yılında çıkarılan Kooperatif Yasası ile birlikte hızla büyüyen konut kooperatifçiliği, 1970-1980’ler boyunca etkili oldu. 1991’e gelindiğinde kurulan kooperatiflerin % 91’i konut kooperatifiydi. Dar gelirli,  yoksul halk, Emlak ve Kredi Bankası’nın kooperatiflere desteği ile uzun vadeli ödemelerle konut sahibi oldu. Yine de kooperatifçilik yoluyla ev sahibi olanların toplam konut sahipleri içindeki oranı her zaman düşük kaldı. Bu oran 1970’lerin sonunda yüzde 13’e ulaşabilmişti. 1980’lerde yükseldiyse de 1990’larda kooperatifçiliğin teşvikinden vazgeçildi ve Emlak Bankası kredileri inşaat sektöründeki sermaye gruplarına doğru akmaya başladı. Neoliberal paradigmayla metalaşan konut, yapsatçı yerel müteahhitlerin yaptığı iş olmaktan çıkarılarak sermaye birikim kanallarından biri haline geldi. Konut kooperatifleri, günümüzde devam ediyorsa da arsa fiyatlarının ve maliyetlerin yüksekliği nedeniyle yoksulların değil daha çok orta ve orta üst gelir gruplarının rağbet ettiği bir konut edinme modeli oldu. Kamu lojman ve konutu toplam konut sayısı içinde çok küçük yüzdeleri (2-3) hiçbir zaman geçemedi.

AKP’li yıllar

AKP, iki yüzden fazla alt-sektörü harekete geçirebilen inşaat sektörüne ekonomide lokomotif bir işlev yükledi. Türk lirasının görece değerli olduğu, uluslararası alandan bol ve ucuz kredi bulunabildiği koşullarda, bu kredilerin hem üretim sermayesi olarak kullanıldığı hem de ev almak isteyenlere kredi olarak satıldığı, kamu ihaleleri yoluyla, yol/köprü yapıldığı, aynı zamanda işsizliğin kontrol edilebildiği bir süreç yaşandı. Ekonominin ucuz krediler yoluyla büyümeye devam ettiği bu koşullarda 2018 yılına kadar yüksek konut üretimi ve satış gündeme geldi. AKP’den önce de iktidarlar kolay zenginleştirmenin, sermaye aktarımının bir yolu olarak inşaat sektörü üzerinden yandaş sermaye grupları yaratırlardı. Ancak AKP, öncekilerden farklı olarak inşaata dayalı bir sermaye birikim rejimi yarattı.

AKP,  konutu/konut sahipliğini vatandaşın ve ülkenin zenginleştiğinin, refahın göstergesi olarak siyasal-sosyal bir algı unsuru olarak kullandı. Neoliberalizmin ilk inşacısı Özal/ANAP ve ardından Çiller’in izinden giderek “2 anahtar” (konut-otomobil) politikasını ülkedeki zenginleşmenin göstergesi olarak körükledi.

AKP ile birlikte TOKİ, sermayeye rant aktaran bir kaldıraç olarak yeniden yapılandırıldı. Kamunun tasfiyesini hayata geçirme programının bir ürünü olarak 2000 yıllarla birlikte eski gecekondu bölgelerinin sermayenin rant politikalarına açıldı. 2005’te büyükşehir belediyesi kanununa eklenen kentsel dönüşüm maddesi ile gecekonduların tasfiye edilerek kentlerin dönüştürülmesi politikasına başlandı. 2012’de Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’la artık bina-apartman tipi kentsel dönüşümlerin yolu ve sermayeye yeni rant kapısı açıldı. Bugüne gelindiğinde gecekondu bölgeleri kentsel dönüşümler yoluyla büyük ölçüde tasfiye edildi.

Kentsel dönüşümlerde temel bakış açısı sermayeye rant aktarmak olunca, kentlerin eskiyen dokusu değiştirildi ama depreme hazırlanması da sağlanmadı. Kentsel dönüşüm politikaları eski gecekondu bölgelerinde yaşayan kent yoksullarını ya evsizleştirdi ya da kent çeperlerine doğru sürdü. Yerinde ıslah şansını yakalayabilenler ise büyük hak kayıplarına uğradılar. Zaman içinde kent merkezleri haline gelen, değerli gecekondu arazileri eski sahibi olan yoksullardan arındırılarak soylulaştırıldı.

6 Şubat depremi

6 Şubat depremiyle yaşadıklarımız; basitçe bir afet ve afet sonrası yapılan olağan yardımlaşma çalışmaları, iyisiyle kötüsüyle örgütlenmiş bir süreç ve sonra da unutulmasından ibaret olmayacak. Ülkemizin demografik, ekonomik, siyasi, sosyal dengelerini değiştirecek nitelikte bir afetle karşı karşıyayız.

Depremde resmi rakamlara göre 1 milyon konut kullanılamaz hale geldi. Yani 4 milyon insan artık evsiz. Hasarsız ya da az hasarlı evlerine girmekten çekinenleri de eklediğinizde, milyonlarca insan ülkenin dört bir tarafına saçıldı. Milyonlarcası da çadır ve konteynırlarda deprem bölgesinde yaşamak zorunda. Milyonlarca insan ise sadece evlerini değil işlerini, dükkânlarını, okullarını, anılarını kaybetti.

İktidarın açıkladıklarının aksine 50 bin değil yüzbinlerce insanın öldüğü bir felaketle karşı karşıyayız. Bu bilgi karartma çalışmasını Covid-19 pandemisi sürecinde TÜİK’in iki yıl boyunca ölüm oranlarını açıklamadığında da görmüştük.

Erdoğan rejimi ülkenin içinde bulunduğu seçim sürecini de gözeterek deprem konutlarının bir yıl içinde yapılacağını vaat ediyor. Her gün inşaat sözleşmesi yapılan yeni bina sayılarını açıklıyor. Üstelik geçen yılsonunda başvurularını aldıkları 250 bin “sosyal konut” projelerinin ve daha öncekilerin de devam edeceğini söylüyor. Yirmi yılda TOKİ’nin 1 milyon 250 bin konut yapmasıyla övünen Erdoğan, bir yıl içinde aynı miktar konutu yapabileceğini vaat etmektedir. Bağış toplama kampanyasında toplanan para bile, bu konut imalat maliyetlerinin çok az bir bölümü. Üstelik o paranın 90 milyarı da kamunun bir cebinden öbür cebine aktarılan bir hokkabazlık. Oysa o kentlerin yeniden ayağa kaldırılması için devasa bir kaynak gerekli. Depremin toplamda ekonomi üzerine büyük bir yük getireceği, büyük bütçe açıklarına ve dolayısıyla enflasyona yol açacağı ise aşikar.

Eskimiş konut stokunun yenilenmesinin maliyeti AKP iktidarı tarafından yoksulların sırtına yıkılınca, kentler yenilenememiş yüzbinlerce ölümle sonuçlanan bir facianın yaşanmasına neden olunmuştur. 6 Şubat depremi de gösterdi ki 20 yıllık AKP iktidarı konut sorununda çok yönlü bir krize yol açmıştır.

Sonuç

Ülkemizin 100 yıllık konut politikası, konutu ve barınma sorununu insanca bir yaşam ortamı sağlamak bağlamında yürütülmedi. Barınma hakkını, halkın çalışma, ulaşım, eğitim, sağlık, çevre, eğlenme, dinlenme, engelli hakları, çocuk hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliğini gözeten haklarıyla birlikte ele alan bir politika izlenmedi. Konut sorunu tamamen piyasanın, pazarın arz talep ilişkileri içinde mülk edindirme politikası olarak ele alındı. 1923’ten bu yana mülk edindirme yoluyla konut-barınma sorununu çözme politikası gelinen yerde iflas etti.

Nüfus artışı, göçmen nüfusu artışı, yoksulluk, satın alma gücünün düşmesi, kredi faizlerindeki yükseklik, yüksek dış girdi kullanan inşaat-konut maliyetlerindeki artış, işçilerin, yoksulların satın alma olanaklarının giderek tükenmesine yol açmaktadır. Bir yandan yatırım amaçlı alınan ve boş duran 1 milyon 500 bin konut stoku varken, öte yandan yoksulların konuta erişimi giderek zorlaşmaktadır. 2018 yılından beri yeni konut üretim ve satışı sürekli düşmektedir. Yıllık 800 bin yeni konut ihtiyacını karşılayacak bir üretim ve satış yapılamamaktadır.

Sanılanın aksine konut sahipliği oranı AKP’li yıllarda düşmüştür. 2002 yılında yüzde 73 olan konut sahipliği, AKP döneminde yüzde 60 düzeyine düşmüştür. Kiracılık oranı ise yüzde 19’dan yüzde 28’e yükselmiştir. Büyük kentlerde bu oran yüzde elliden fazladır. Kentleşme ve işçileşme süreci aynı zamanda yoksullaştırma politikaları olarak sürünce, eskiden tarla-bağ bahçesinde konut sahibi olanlar kente göç sonrası evsizleşerek kiracı konumuna gelmiştir.

AKP iktidara geldiğinde 65 milyon olan ülke nüfusu 85 milyona, kentli nüfus oranı ise yüzde 65’ten yüzde 93,4’e çıkmıştır.

Erdoğan’ın 250 bin konut kampanyası sadece seçim gösterisi değildir. Yoksulların konuta erişim olanaklarının düşmesini görmekte, bunun yaratacağı sosyal siyasi sonuçları bilmekte, kendince önlem almaya çalışmaktadır. Konuta ihtiyaç ve talep vardır ancak ulaşmak (mülk edinmek) giderek imkânsız hale gelmiştir.

Günümüzde barınma krizi, aktüel olarak özellikle büyük kentlerdeki aşırı kira artışı olarak yaşanıyor. İşçi-emekli maaşlarına yapılan zamlar enflasyon karşısında birkaç ay geçmeden eriyor. Halkın alım gücü sürekli düşüyor. Yüzde 200’leri aşan kira artışları, yoksul-emekçiler açısından ödenemez bir hale geliyor. Yoksulların konuta erişimindeki soruna 6 Şubat depreminin bir milyon yeni konut ihtiyacının eklenmesiyle Türkiye, ağır bir konut ve barınma krizinin içine sürüklenmektedir. Deprem göçüyle birlikte yüzbinlerce insan ya yakınlarının yanında ya da birkaç aile ortaklaşa tuttukları evlerde bir arada yaşamaktadır. Büyük bir paradigma değişikliği yapılmazsa bugün konut fiyatlarının, kiraların yüksekliği olarak görülen konut/barınma krizi daha büyüyerek ağır bir sosyal sorun haline gelecek.

İnsanca yaşanabilir barınma hakkı mücadelesi, kuşkusuz kimi asgari politik programların ve güncel hak mücadelelerinin konusu olacaktır. Ancak günümüzün barınma hakkı sorunu, Türkiye işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi programının başında yer alması gerekmektedir.