Taksim’de, Tahrir’de, Syntagma’da, dünyanın dört yanında, onlarca kez, defalarca gördük: halk bir kez ayaklanınca hiçbir şey eskisi gibi sürmüyor. İsyan ve direnişlerle kendini gösteren yeni bir devrimci gerçeklik ortaya çıkmıştır bir kere. Ezilenlerin “siyaset alanına” dönüşü muhteşem olmuştur. Sokak ve meydanlardan yükselen proleter siyaset tarzıyla, sınıf savaşlarına yeni şartlar koşmuş, yeni çağa damgasını vurmuştur. Düzen de Devrim de artık yeni bir biçim almak zorundadır.
Oligarşi bunu bir ölüm kalım sorunu olarak görüyor. Elbette en vurucu savaş teknolojisi, savaş bütçesi, karapropaganda aygıtları ve istihbarat ağlarıyla donatılmış “süper güçleri” karşısında, direnişçilerin cılız “askeri” kapasitesinden çekinmiyor. Ancak tarihsel krizin içine sürüklendiği bir kırılma noktasında isyanların kaynaklandığı toplumsal kapasiteyi kuvvetli bir tehdit olarak görüyor. Herkes de gün gibi biliyor ki isyanlar yine patlayacak ve direnişlerin ardı arkası hiç kesilmeyecek. Direnişlerin “askeri” gücünden çok politik toplumsal sonuçları tehlikeli görülüyor. Bu nedenle bugün isyan ve direnişlerin kaynaklandığı toplumsal koşuların ve devrimci süreçlerin yönetimi stratejik bir rejim sorunu haline geldi. Oligarşinin en zor imtihanı budur. Bu imtihanı veremeyen hiçbir “tek adam” ya da onun “rehabilitasyon” muhalefeti, devlet iktidarında kalamaz. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Faşizm ancak isyan ve direniş hareketlerini bastırabildiği koşullarda yeni bir iktidar biçimine bürünebiliyor. İsyan ve direnişleri besleyen sınıfsal-toplumsal dinamizmin tahrip edilerek halkın direnemez hale getirilmesi, faşizmin öncelikli stratejilerinden biri haline geliyor. Halka karşı savaşı ve isyan bastırma yöntemlerini toplumsallaştıran bir rejim inşasına girişiyor; faşizme yeni bir içerik ve biçim kazandırıyor.
Toplumsal-politik hak temelli direnişlerin yenilgisinde bunu gördük. Sermeyenin krizinin tüm insanlığın krizine dönüştürülmesine; tüm toplumsal, ekolojik yaşamın savaşa-kana bulanmasına karşı kendiliğinden de olsa yaygın tepkiler ortaya çıktı. Emek sömürüsünün, güvencesiz çalışmanın ve yaşamın dayatıldığı her yerde işçi sınıfı direnişe geçti, direniş hareketi formunda yeni varlık biçimleri kazandı. Kürtler, Aleviler, kadınlar, her kesimden gençler, cinsel hak savunucuları, köylüler, vegan/vejetaryenler, kent ve doğa savunucuları direniş hattının ön saflarında yer aldı. Faşizme, dinci gericiliğe, ulusal baskıya-ırkçılığa-şovenizme, patriyarkaya ve ekolojik tahakküme karşı özgürlük hareketleri yaratıcı direniş yöntemleri geliştirdi. Kısmi, sektörel, yerel, bölgesel, mevzi direnişlerin yanında, hareketin zirve noktasında kitlesel Haziran İsyanı patlak verdi. “Kazanılmış hakların” korunmasından “öncü” taleplere, mevzi çatışmalardan kitlesel isyana çeşitlilik gösteren bir özsavunma -direniş- hareketi tipi gelişti. İşte yeni devrimci öznenin tarih sahnesine çıktığı ve devrimci hareketin yeni kurucu sürecinin olgunlaştığı toprak burasıdır. Haziran İsyanı, bu kurucu momentin ilerletilememesinin kendisini açığa vurduğu ilk büyük kriz ve yenilgi anıdır. İkincisi de 10 Ekim katliamı ve sonrasında isyanın toplumsal kapasitesini tahrip etme ve öncünün tasfiye sürecidir. Tasfiye ve çözülme süreci devlet terörü karşısında etkisizlik ve seçim süreçlerinin pasif bileşenine dönüşmemizle devam edegeldi.
Emek hareketinin yıkıntıları üstüne “Başkanlık Sistemi”ni inşa edenler, buna devlet yönetiminin “en mükemmel” şekli dediler. “Kamu hukuku” denilen şey emeğe karşı bir savaş hukukuna dönüştürüp emek yönetiminde yasadışı-fiili-keyfi uygulamaların önünü açtılar. 15 Temmuz, OHAL, KHK derken emeğe karşı “darbeler darbeleri izledi”. İşçi düşmanlığını hiç saklamayan Erdoğan, sermayeye güvence üstüne güvence verdi. Tüm faşizmlerin alameti farikası sayılan ücretlerin aşağı çekilmesi, grev yasakları aldı yürüdü. Pandemide emeğe saldırı en yüksek biçimine ulaştı. Covid-19’a karşı insanlığın varlık yokluk savaşını fırsata çeviren sermaye, bunu emeğe karşı toplumsal savaşa dönüştürdü. Sağaltım teknolojisinden “kontrol faşizmi”, salgın tedbirlerinden yeni faşist çalışma rejimi çıkardı. Endüstri 4.0’ın en kullanışlı teknolojilerini, onu üreten hünerli işçi sınıfına, “siber” proletaryaya ve emekçi yoksul halka karşı kullandı.
Ucuz işçilik ve güvencesizlik bir çalışma disiplini olarak yaygınlaşırken, göçmenleri ve kadınları büyük kitleler halinde proleterleştiren savaşlar ve patriyarkal kapitalizm, bunu proletaryanın karakteristik bir niteliğine dönüştürdü. İşçi sınıfının en alt güvencesiz katmanları işçi sınıfını -aslında bütün insanlığı- karakterize eden işlev ve rol oynuyor. Proletaryanın güvencesizlik şartları tüm işçi sınıfını, insanı ve toplumu belirler hale geliyor. Hatta burjuvazi de lümpenleşip vahşileşiyor. Bir hammadde gibi basit girdiye indirgenen işçi, ucuz, kullanılıp atılabilir, güvencesiz bir varlığa, bir “sosyal ölü”ye dönüşüyor.
Yerinden yurdundan, köklerinden koparılan göçmenlerin yaşam alanları birer “iç-sömürgeye” dönüşüyor. Göçmen emeği, kadın emeği, lgbti+ emeğiyle kapitalizm sürekli yeni yaşam alanlarını sömürgeleştirerek hayatta kalıyor. Neoliberalizm erkeklik krizini ve patriyarkal çelişkileri sistemin merkezine taşırken, faşizme, bunun çelişkilerden doğan çatışmaları yönetme görevi veriliyor. Kadınlar ve çoğul cinsiyet kimlikleri/yönelimleri üzerinde genel baskı-savaş-cinayet koşulları sürekli hale getiriliyor. Ölümcül bir mülksüzleşme-sömürü-dışlanma döngüsüne giren artık nüfus kitleleri kontrol altında tutabildiği sürece rejim varlığını sürdürebiliyor. Tüm sınırların aşılıp proletaryanın akışkanlık kazanmasının rotasını izleyen ırkçılık, dincilik, cinsiyetçilik ve türcülük genişleyip güncel içerikler kazanarak yine “faşizm yoluyla birikimin” hizmetine giriyor.
Proleterleşme dalgası, ekolojik kriz ve savaşlar, tarihin en büyük kentselleşme momentini yarattı. Tedarik zincirleri, karmaşık altyapı ağları, dışardan su, besin ve enerji bağımlılığı, kentlerin jeostratejik önemini artırıyor. Büyük kentler yaratıcı, devrimci buluşmaların yanında kargaşaların da mekânına dönüştü. Oligarşi toplumsal savaşı kentselleştirerek durumu kontrol altına almaya çalışıyor. Sömürgesel işgal ve savaşları içselleştiren bir “savaş tarzı” gelişiyor. Polis ve kentin en küçük mekanlarına kadar uzanan “güvenlik” teşkilatı, kitle pasifikasyonu, militarizasyon ve kontrol temelli bir savaşın gereklerine göre yeniden yapılandırıldı. “Sığınma, tecrit, toplama kampları” kentsel dönüşüm programlarının değişmez parçası haline geldi. Sosyal sınırlar “güvenlik” sınırlarına dönüşüyor, kentleri, “göçmen kordonları”, “hassas bölgeler”, “tehlikeli mahalleler”, “yüksek güvenlikli militer bölgeler”, “Alevi-Kürt-Suriyeli-Arap-Afgan bölgeleri” gibi altkatmanlara bölünüyor. Sınıf, etnisite, inanç ve politikleşme derecesine göre “çitlenmiş” bölgelerde kalıcı karakollar/kalekollar kuruluyor. Cctv, iha, biyometrik gözetleme gibi en yeni savaş teknoloji rutin kontrol noktalarının hizmetinde.
Yoksul, proleter, yabancı, göçmen, muhalif, yani “Yerli ve Milli Tek Millet” tanımına uyman herkes düşman muamelesi görüyor. Sanılmasın ki sadece ülke dışından gelenler bu muameleyi görüyor. Sayıları giderek azalan “çekirdek işçi sınıfı”nı saymazsak, sistemin dışına atılmış, değersizleştirilmiş tüm artık nüfus kitleleri göçmen sayılıyor. Faşizmi besleyen bir yeni ırkçı strateji olarak göçmenleştirme, bir güvencesizleştirme ve dışlama katmanı, tıpkı “Kürtleştirme”, “Suriyelileştirme” gibi.
Mesele sadece ayaklanmayı bastırmak değil, bugünün toplumsallaşma derecesini yakalayan, genişletilmiş bir iktidar tarzı inşa etmektir. Bugünün faşizmi, sürekli toplumsal hakları ve politik hakları düşmanlaştıran bir “sürekli savaş” rejimi inşa ediyor. Klasik savaştan dijital savaşa, sömürgesel savaştan iç savaşa, kirli savaştan soğuk savaşa tüm savaş yöntemlerini eklemliyor. Sözümona “demokratik alan” ve tüm iktidar ilişkileri toplumsal savaşın kurallarına göre yeniden inşa ediliyor. Politik rakibi “düşmanlaştırarak” ya da bir “haine” dönüştürerek savaş yöntemleriyle alt etmek olağan rejim pratiği haline geldi. Örneğin seçimleri ortadan kaldırmıyor, ama seçimleri “savaş siyasetinin bir yöntemi haline getirerek muhalefeti hainleştiriyor ya da düşmanlaştırıyor. Neoliberal vaatlerin aksine “devlet küçülmediği” gibi tersine etkin, kurucu bir nitelik kazandı. Devlet gücünün yoğunlaşmasını ve merkezileşmesini tamamlayacak şekilde paramiliterleşme, çeteleşme, bloklaşma arttı. Siyasal iktidarı üzüm salkımı gibi yukardan aşağıya saçaklanıyor. Neoliberal faşist yönetim stratejileri tüm topluma yayılıyor. Erdoğan “tek karar verici” olsa da “mutlak iktidar” tek bir yöneticinin elinde toplanmıyor. Garip ittifaklar, tuhaf iş anlaşmaları, şaşırtıcı siyasi tavizlerin esnekliği temelinde rejimin kırılganlığı gideriliyor. Erdoğan’ın iktidar çekirdeği, Ergenekon çevreleri, MHP, Soylu özel teşkilatı ve daha niceleri. Savaş transferlerinden oluşan İslamcı çetelerden, JÖH-PÖH’e, oradan ulusalcılık- milliyetçilik-cemaatçilik ilişkilerine dek iktidar ağları genişliyor. Bu yeni savaş kombinasyonunun özel işlevini “Hendek-Barikat savaşlarında” Kürt kentlerinde gördük.
Yasal-yasadışı şiddet aygıtları, “devlet adamları-suç örgütü liderleri” iç içe geçti. Dünün “idealist” İslamcı kadroları sistemin dönüşümündeki radikal rolünü oynayıp işlevini tamamladıktan sonra, semirmiş, yozlaşmış bürokrat “devlet adamlarına” dönüştüler. Tekelci sermaye temsilcileri, tarikat ve cemaatler, devlet görevlileri, kontrgerilla çeteleri, bekçi üniforması giydirilmiş AKP-MHP gençlik kolları, karapara/yeraltı ekonomisi/suç ekonomisi, finans zincirleri, meta zincirleri, uyuşturucu yolları, medya patronları, karapropaganda ağları, yargıçlar, mafya tetikçileri iç içe, yan yana, bir arada esnek organik bir bütünlük oluşturuyor. Borçlandırma-kredi sistemi bile, ekonomik getirisinin yanında, işçi sınıfını on yıllarca sisteme bağımlı kılarak politik kitle pasifikasyonu rolü oynuyor. Erdoğan’ın “özel iktidar çekirdeği”, “özel bütçesi”, Diyanet-istihbarat-savaş bütçesi, bu bütünlüğün devamı, bir parçası ve sonucudur.
MHP-Ülkü Ocakları ve kimi İslamcı grupların saldırganlık potansiyeli sürekli canlı tutuluyor. Savaş ve göçmenlik hattıyla ilişkili İslamcı-faşist suç örgütlerinin Türkiye’nin içsel bir gerçekliği haline gelmesi, ciddi sayıda savaş suçlusunun içerde konumlandırılması, görevlendirilmesi söz konusu. IŞİD Türkiye’deki kadro sayısının 20 binlere vardığı söyleniyor. Ayrıca faşizmin sıradanlaşması, savaşın ve şiddetin toplumsallaşması, “sivil” silahlanma, en küçük krizin bile şiddet yöntemiyle çözülmeye çalışılması, eril şiddet, çocuğa ve insan-dışı hayvanlara yönelik şiddet toplumsal savaş ortamını besliyor. İktidar ilişkilerinin uzantısı “bireysel silahlanma”daki olağanüstü artış, solu, muhalefeti ve emek hareketini tümüyle savunmasız hale getiriyor. Sedat Peker ifşaatları ve itirafları, “direnişçiye dersler” niteliğindendir.
Faşizmin bir ayaklanma bastırma rejimine dönüştüğü koşullarda devrimci görev ise, isyan ve direnişlerin en yüksek biçimini örgütlemektir.