On binlerce insanın inşaat şirketlerinin kâr hırsı ve onları bu hırsta yalnız bırakmayıp diktikleri çürük evlere “oturulabilir” izni veren siyasiler iş birliğiyle yaşamını yitirdiği günün üzerinden hızla akıyor zaman. Haberi duyduğumuz ilk an hissettiğimiz duygu, öfke oldu. Biz bu duyguyu yakından tanıyorduk. 10 Ekim’de yoldaşlarımızı toprağa verdiğimizde, Berkin Elvan 16 kilo kaldığında, Madımak Oteli yakıldığında. 1977 1 Mayıs’ında insanların üstünden panzerler geçtiğinde hissettik hep bu duyguyu. Evet, birçoğumuz o günleri yaşamadı veya o günler yaşanırken mücadele içinde değildi fakat her anlatıldığında, her okunduğunda hatırlardık bu duyguyu. Marifet bu duyguyu hatırlamış olmakta değil elbet; marifet bu öfkeyi örgütleyebilmekte. Geçmiş deneyimler bize ne yapmamız gerektiğini öğretmişti. Yaşadığımız kentleri yoldaşlarımıza emanet ettik. Onlar, kentlerdeki dayanışmayı örgütledi. Bir kısım yoldaşımızla da bölgeye gittik hızlıca. Yolda giderken ’68 ve ’78’de devrimcilerin halkla kurduğu komünel örnekleri düşündük. Bu kez devrimcilerin, “bir zamanlar” yaptığı “büyük büyük” işler, yerini “bu zamanın devrimcilerine ve onların yarattıklarına” bırakacaktı. Deprem bölgesinde köy köy, mahalle mahalle dolaşan sağlık emekçileri, karanlık sokakları aydınlatan enerji işçileri, “okumuş insan halkın yanındadır” diyen üniversiteliler, aşevinde yemek pişiren aşçılar ve depremzede mahalleli, öğretmenler, psikologlar, avukatlar, gazeteciler, madenciler, inşaat işçileri…Herkes bir kolektifin parçasıydı ve devrimcilikle vücut buldu deprem bölgesinde.
Aktivizmin, birey olmanın popülerleştiği, umutların STK’lara bağlandığı bir dönemde örgüt olmanın, örgütlü olmanın önemini görmüş olduk. Nasıl mı? Kentin hızlıca parçası haline geldik önce, yemekleri depremden etkilenen mahalleli ile beraber yaptık, çadırları beraber kurduk sonra, Antakya halkının ellerinden yediğimiz kısırın acısından yandı boğazımız, Antakya kahvesiyle attık yorgunluğumuzu. Deprem bölgesi dışındaki kentlerde devletten beklentisi kalmadığı için birbirine çare olan halka tanık olurken toplumsal seferberliği ve deprem sonrası yaşamı kurmak için örgütledik. Bu enkazın, bu yıkıntının, bu acıların ardından güveni, yoldaşlığı pekiştiren, birbiriyle örgüt disiplininde ekip olabilen ve iddiasına inanan, iddiasını gerçek kılma iradesi gösteren yoldaşlar var artık.
Sadece depremi yaşayan onbir kentte değil memleketin hiçbir yerinde hayat eskisi gibi olmayacak. Çünkü penceresine kilit vurmuş, kapısını sımsıkı kapatmış, bir odaya, bir sığınağa, bir kişisel hücreye dönüşmeye yüz tutmuş devrimciler, deprem sonrasının yaşamını kurmak üzere bir okuldalar şimdi. Uzun bir sürecin ve emeğin sonunda yanımıza kalanlar ile dönüyoruz kentlere ve gündelik hayatımıza devam etmiyoruz. Memleketin bir yanı yangın yeriyken orayı görmezden gelemeyeceğimizi biliyoruz. Stadyumlardan ses yükseltiyoruz: “Hükümet istifa”. Devletin şiddeti, nefret söylemleri geri adım attırmıyor bize, sokaklarda haykırıyoruz “Ellerimiz yakanızda”.
Yeni dönem bir devrimcilik başlıyor. İktidarın baskıları arasında sıkışıp kaldığımız, günden güne güç ve alan kaybettiğimiz günleri geride bırakacağımız bir dönem başlıyor. İçinde bulunduğumuz sürece inanmak ve güvenmek gerek. Güven duyma çabasını yaratmak için Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Herkesten önce gitti devrimciler oraya, bütün imkansızlıklara rağmen yeni yaşam alanları kurdular deprem bölgelerinde. Ortalık yangın yeriyken, devlet yokken, hiç kimse yokken koşup geldik yoldaşlarımız Hatice Can ile Mithat Can’ın yanına. Layık oldukları gibi geleneğimizin bize aktardığı şekilde uğurladık onları. Yoldaşlarımızı toprağa vermenin hüznünü ve öfkesini yaşadık.
Enkaz altında çok kayıp verdik. Bir kişiyi daha kurtaramamanın hüznü, hazırlıklı olamamanın koyu sıkıntısıydı omuzlarımızdaki. 6 Şubat depremlerinin ardından hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Böylesi bir atmosferin içerisinde, ilk defa kurucu olmayı, kendimizi kuruculuk içerisinde sınama fırsatını deneyimliyorduk. Geçmişin büyük hareketlerinin dinleyicisi olmaktan, bir “hikâye anlatıcısına” dönüşmenin olanağıydı elimizdeki. Kibir değildi hissettiğimiz, onun yerine koyacağımız tevazu vardı, hırsa teslim olmaya gerek yoktu, yanı başımızda dayanışma sıcaklığıyla hissettiriyordu kendini. Dinlediklerimiz, anlatılan deneyimlerin sesleri kuşkusuz yankılanıyordu kulağımızda fakat Turgut Uyar’ın dizelerini de eksik etmiyorduk hiç: “Efendimiz acemilik!”
Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını söylemiştik. Yeni alışkanlıklarımız mücadelenin içinde mayalanıyor. Dayanışma temelli bir toplumsal seferberlik hali, bu seferberlik içerisinde alınan sorumlulukların “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacına göre” ilkesine göre şekillenmesi komünist ruhlu yeni alışkanlıkları açığa çıkarıyor. Bu alışkanlıklar aynı zamanda yeniyi kuracak hareket zeminimizi oluşturuyor. Bu zemine ayaklarımızı sağlam basarak başlayacağız.
Daha gidilecek yerlerimiz var
Bizi buralarda unutamazlar
Kalacak bir türkü söyler gideriz.
Kalmak Türküsü
Özdemir Asaf