Her an “konfor alanlarımız” ansızın bir cehennem hayatına dönüşebilir; birkaç yudum temiz su, eğreti bir barınak, bir parça ekmek, acil ilaç arayışında bir “felaketzede” olabiliriz. Sel, salgın, yangın, deprem, birbirini izleyen felaketler artık hayatımızın ayrılmaz bir parçası. 21. yüzyılda proleter insanlığın kavgası, ölümcül çalışma ve yaşam koşullarını evrensel bir sisteme dönüştüren sermaye egemenliğine karşı bir hayatta kalma savaşıdır.
Ülke tarihinin en yıkıcı depreminde, bir hayatta kalma savaşında, halkın devleti yanında görememesi derin bir hayal kırıklığı yarattı. Enkazdan “Nerede bu devlet?” çığlıkları yükselirken, “kudretli-kolu uzun-yenilmez Türk devleti” ortalarda yoktu. İlk 72 saatin önemi biliniyordu. Yaşama tutunabilmek için en acil gereksinimler isteniyordu. Ancak beklenen “acil müdahale emri” bir türlü gelmiyordu. Aranan “sosyal” devletti, o da “bürokrasiden kurtulmak” adına neoliberal dönüşümle tasfiye edilmişti.
Sorunu aşırı merkeziyetçi “tek adam” rejiminde, merkezden emir bekleyen “liyakatsiz-beceriksiz” AKP-MHP kadrolaşmasında gören düzenin muhalefet kanadı, bunlardan kurtulma ve devletin “kamusal-sosyal” gücünü yeniden inşa etme vaadiyle hızla seçim çalışmasına başladı. Ne var ki muhalefetin ufku, bozulmuş devlet işleyişine yeni bir düzen kazandırmanın ötesine geçmiyor. Sorunu salt yönetim biçimine, örneğin “afet yönetiminin bozukluğuna” indirgiyor. Elbette buradaki bozukluğun da ne denli yaşamsal sonuçlar doğurduğunu gördük. Ancak “afet/deprem yönetimi”, ekonomik-politik-kültürel-toplumsal boyutlarıyla ülke genel yönetiminin, faşist devlet biçiminin bir bileşenidir. Neoliberal-faşist ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırılan deprem yönetimi sistemseldir. Doğal-toplumsal olayları birer felakete dönüştürerek ayakta kalan sermaye egemenliğinin bir sonucudur.
Afet/deprem yönetimini, kapitalizmin tarihsel krizinin felaket krizleriyle buluştuğu konjonktürde Sömürge Tipi Faşizm’in aldığı özel bir biçimdir. İktidar-devlet-sermaye ve doğrudan afet yönetim teşkilatları neoliberal kriz mantığı çerçevesinde yeniden inşa edildi. Sivil Savunma, Afet İşleri ve Türkiye Acil Durum Yönetimi Genel müdürlükleri kapatılıp AFAD (2009) kuruldu. Tıpkı, TOKİ, Varlık Fonu, Savunma Sanayi Başkanlığı gibi iktidarın tekelleşmesinin bir ayağıydı. Kâğıt üstünde “Ulusal Deprem Stratejisi ve Eylem Planı-2023” yapıldı, il müdürlükleri ile yerel yönetim birimlerine çeşitli sorumluluklar verildi. Tüm bunlar neoliberal “mahalli idareler/yerel yönetimler” programının bir parçasıydı. Büyük şehir yasası vb. gelişmelerle gündeme gelen bu değişimler, aslında iktidarın merkezileşmesine ve bunun en mükemmel şekli olarak “tek adam” yönetimine giden taşları döşedi. Yerel yönetimlerin çoğu yetkisi İçişleri, Çevre Şehircilik ve Maliye bakanlıklarına aktarıldı. Sistemin sözümona “sivil” boşluğu ise Suriye-Kürt savaşında sınanmış paramiliter çetelerle dolduruldu. Zaten paramiliterleşme devletin genişlemesini ve saçaklanmasının bir ayağıydı. İslamcı-ırkçı bir ideolojiyle donatılmış özel bir kadro yapısı, İHH-AFAD ilişkileri içinde afet yönetiminin uzantısı haline geldi.
Afet yönetimi projeleri çerçevesinde kentleri ve kırları talan eden inşaat sermayesi, başından beri AKP iktidarının lokomotifiydi. “Kentsel dönüşüm”, “riskli bölgelerin yeniden inşası” ve “depreme hazırlık” gibi reklam kampanyaları, halkı felaketten felakete sürükleyen kanlı adımların sermaye ideolojisiydi. Depremde “her beş konuttan üçünün yıkılmış ya da çok hasarlı” olması halkın öfkesini oldukça büyüttü. Daha kurtarma çalışmaları tamamlanmadan TOKİ yönetiminde milyarlarca liralık yeni kanlı ihaleler açıldı. İktidara yakın Kalyon, Kuzu Grup, Optimal gibi şirketler en büyük payı aldılar. Elazığ depreminden (Ocak 2020) sonra da bugünün büyük yıkımından sorumlu iktidara yakın Rönesans ve Kolin gibi şirketler yine büyük vurgunlar yapmıştı. İmar yasasının bir yılda on beş kere değişmesi, kamu ihale yasasının yüzlerce kez delik deşik edilmesi, ardı ardına çıkarılan imar afları sorgulanmamıştı. Bahçeli’nin dediği gibi “devlet aciz değildir, devleti acizmiş gibi göstermek suçtur!” Aslında demek istiyor ki “bu bir sınıf savaşıdır, devlet sermayeye karşı görevlerini eksiksiz yerine getiriyor; buna alışsanız iyi olur!”
Elbette devletin görevleri arasında halkın nitelikli, sağlıklı, güvenli barınma koşullarının sağlanması yok. Başta inşaat ve banka olmak üzere sermayenin büyümesine öncelik verilmesi; gerekli yasal-hukuksal-ekonomik altyapının hazırlanması; inşaat piyasasının genişletilmesi var. Elazığ depremi sonrasında “riskli alan” ilanı yetkisi cumhurbaşkanına ve buraların yenilenmesi inşaat sermayesine bırakılmıştı. Sonuç ortada. Antalya yangınında (Ağustos 2021) da daha yangın söndürülmeden, acılı halkın yaraları sarılmadan kıyılar ve ormanlar turizme açılmıştı. Turizmi Teşvik yasası, “kamu yararı” gerekçesiyle orman alanlarının turizme açılmasına kârlı imkanlar veriyordu. İktidarın kentsel yıkım aparatı TOKİ, orman alanlarına inşa edilecek “köy evlerinin” inşasına girişmişti. Yaralarının sarılmasını, kayıplarının telafisini bekleyen halk daha da mülksüzleşmiş, yoksullaşmış ve borçlandırılmıştı. Elbette karar verme yetkisi yine felaketzedelerin üstüne yandaş çay şirketine hazırlattığı (Orçay) çay paketlerini fırlatan Erdoğan’daydı.
Devlet-iktidar-sermaye-afet yönetimi arasındaki ilişkinin üzerini örtme gereği bile duymuyorlar. İktidar ve açgözlü sermaye temsilcileri bugün yine büyük bir politik-ekonomik vurguna hazırlanıyor. Gösterişli bağış kampanyalarıyla halkın parası enkazın sorumlularına, hırsızlara, katillere teslim ediliyor. Devlet bankaları bağış kampanyasına katılıyor. Paralar bir cepten diğerine taşınıyor; canlı televizyon şovları eşliğinde sermayenin zinde güçlerinin emrine sunuluyor. Kamunun kaynakları doğrudan “Beşli Çete” gibi iktidar çevrelerinin kişisel kasasına aktarılıyor.
Neoliberal sermaye mantığı sadece inşaat sektörünü değil, doğrudan yardım kuruluşlarını bile teslim aldı. Halkın en çok tepkisini çeken gelişmelerden biri de Kızılay’ın bir kamusal yardım kurumu olmaktan çıkarılıp “neoliberal faşizmin” ruhuna uygun Kızılay Çadır & Tekstil AŞ’ye dönüşmesidir. Devleti şirket gibi yönetmenin bir parçası, Kızılay’ın şirketleşmesidir. İlkin Başkent Gaz’ın bağışlarını “yurt yapımında kullanılmak üzere” İslamcı Ensar Vakfı’na aktarmasıyla gündeme gelmişti. Şimdi çadır, tekstil, koruyucu ekipman ve ihale yoluyla devlet hastanelerine kan satıyor.
Afet/deprem yönetiminin kanlı iktidar ilişkilerinin tümünü kavramanın yolu, yaratmış olduğu yıkımı değil, yıkım koşullarında onu kırılganlaştıran toplumsal dayanışma hareketini anlamaktan geçiyor. Onu teşhir ve ifşa eden, yetmezliğini görünür kılan, en önemlisi alternatif kurucu zeminleri işaret eden toplumsal seferberliğin engellenmesi, pasifize edilmesi ve bastırılması deprem yönetiminin (“deprem faşizminin”) temel politik görevidir.
Önce “sus” emri verildi ki “sessizlik” (Bahçeli) ortamında dayanışmanın güçlü birleştirici çağrısı yankılanmasın. Mutlak bir sessizlik isteyenler, büyük kitlelerin “Hükümet istifa!” sloganı korkusuyla maçları taraftarsız oynatmaktan başka çare bulamıyor. “Kamusal” güçlerce dayanışma çalışmalarının önünün açılmasını bekleyen halkın karşına OHAL bariyerleri, haberleşme yasakları, AFAD kayyumları çıkarıldı. Birkaç gün bocaladıktan sonra devlet, neoliberal-faşist bir deprem yönetimi olarak tüm gücüyle sahaya yayıldı. Karapropaganda görevlileri harekete geçti. Dayanışma hareketinin kıvrak, akışkan, yetenekli seferberliği de olmasa, iktidarın elinden geleni yapmasına karşın başa çıkamadığı “asrın felaketi” yalanı tutacaktı. Devletin beceremediğini dayanışmacılar pekâlâ başarıyordu. Halkın teskin edilmesinde her zaman işe yarayan “kaderci-fıtratçı” söylem, bu sefer halkın öfkesini yatıştırmadı. Dayanışmanın hızı, etkinliği ve yaygınlığı devletin “acizliğini” iyice görünür kıldı, halkın yaslı-isyankâr öfkesi iyice şiddetlendi. Deprem bölgesinde devlet iktidarının halkın karşısına ancak devasa bir koruma ordusuyla “cumhurbaşkanlığı ekibi” olarak çıkabiliyor olması, kolektif öfkenin politik potansiyelinin gücünün işaretidir.
Toplumsal dayanışma o denli meşru, o denli işlevsel ki, engellemek amacıyla gönderilen AFAD kayyumları, polis, jandarma, özel harekât birlikleri dayanışma çalışmalarının bir parçasına dönüşebiliyor. Özel operasyonlar, gözaltılar, işkenceler işe yaramıyor. “Plakasız araçlar”, eli sopalı-silahlı “ülkücü” çeteler küçük topluluklar halinde kısa bir süre bölgede görünseler de dayanışmanın kuşatıcı-onarıcı-sağaltıcı gücü karşısında silinip gittiler. Yıkıntıların tozu dumanı altında göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar planlandığı gibi dayanışma motivasyonunu kıramadı. Bursa’da Amedsporlulara yönelik planlı saldırı ise sistemli kontrgerilla operasyonlarının işaretini veriyor.
Dayanışma haberciliğinin engellenmesine yönelik girişimler ve twitter yasakları, dijital iletişim teknolojisini ustalıkla kullanan yeni kuşakları yavaşlatamadı bile. Hayat kurtarma ve acil yardımların yerine ulaştırılmasının etkili bir aracı olarak dijital iletişim teknolojisi dayanışmanın içindeki onurlu yerini aldı. Güçlü bir dayanışma hegemonyasının inşasına hizmet etti. Sahaya sürülen Diyanet-tarikat-cemaat kadroları, YÖK’ün “manevi rehberlik ve psikolojik danışmanlık” büroları, çadırkentlerde çocuklar için açılan Kur’an kursları dayanışma felsefesinde küçük bir gedik bile açamadı.
Klasikleşmiş bir faşist yöntemle işçilerin işten atılmasını, ücretlerin aşağı çekilmesini kolaylaştıran, ancak toplu sözleşmeyi ve grevi imkânsız kılan KHK çıkarıldı. Yine de depremzedelerle proleter dayanışma ve işçi direnişleri engellenemedi.
6 Şubat 2023 siyaset sisteminde ve yönteminde bir kırılma noktasıdır.Halkın devlet algısındaki görece kırılma ve güçlü sosyal devlet beklentisi yeni bir politikleşme momentinin göstergesidir. Hayal kırıklığı ve beklenti güçlü bir politikleşme potansiyeli taşıyor.Deprem konjonktürünün belirleyici çelişkisi, faşizmin deprem yönetimiyle halkın toplumsal dayanışma hareketi arasındadır. En gelişmiş haliyle proletarya bütün akışkan, direngen ve yetenekli katmanlarıyla deprem koşullarında toplumsal dayanışma ve seferberlik formunda ileri bir hareket tarzı ortaya çıkardı. Sağlık-enerji-eğitim emekçileri, aşçılar, mühendisler, temizlik işçileri, madenciler, taşımacılar, dijital haberciler ustalıklarını gösterdiler. Dayanışmanın en antrenmanlı kolunu oluşturan kadın örgütleri öncü birikimlerini sahaya yansıttılar. Üniversiteleri kapatıp bilimin ve gençliğin yaratıcı müdahalesinden kurtulmayı planlayanlar, deprem bölgelerinde devrimci gençliğin bir “dayanışma üniversitesi” gibi hareket etmesiyle karşılaştılar. Toplumsal seferberlik, bağrında taşıdığı devrimci potansiyelle, iç içe geçmiş iktidar-devlet-sermaye-afet yönetiminin suç ortaklığını çırılçıplak gözler önüne serdi. Büyük felaketlerde büyük kamusal-toplumsal çözümler gerektiren kurucu dinamikleri ve kurucu zeminleri ortaya çıkardı. Günün devrimci görevi, sonuna kadar gitmek, buna en ileri biçimleri kazandırmaktır. Devrimciler örgütünü ve devrimci kitle örgütlerini, bu toplumsal dayanışma dinamizminin yenileyici enerjisiyle yeniden inşa etmektir. Toplumsal yıkımda kendi kaderini eline almış bir halkın en ileri özyönetim organlarını örgütlemektir.