6 Şubat depremlerinin ardından Türkiye’de siyasetin ana kavramı “yeniden inşa”dır. Yalnızca yıkılan kentler değil, mülkiyet ve üretim ilişkileri, devlet-toplum ilişkisi, tüm bunlara bağlı olarak özne, yöntem ve araçları ile siyaset de yeniden inşa oluyor. Bu yeniden inşa sürecinin gelişimi de gerek egemenler içinde gerek egemenlerle ezilenler arasında yürütülecek sınıf savaşlarına bağlı olarak şekilleniyor.
AKP iktidarının izlediği neoliberal-faşist politikalar nedeniyle ülke tarihinin en büyük toplumsal cinayetine dönüşen deprem, 20 yıllık yıkım sürecinin hem somut hem simgesel finali oldu. Bu tarihsel suçüstünün ardından derhal iktidarı terk etmesi ve hesap vermesi gereken Tayyip Erdoğan yönetimi, seçimle kendisine yeniden meşruiyet üreterek ayakta durma çabasında. Mücadeleyi sandığa havale ederek bu çabaya yol veren Millet İttifakı da meseleyi bir kötü yönetim sorununa indirgeyip düzeni onarma iddiasında. Öte yandan Erdoğan’dan kurtulma isteğini ve iradesini güçlendiren bu büyük yıkım ve kaçınılmaz yeniden inşa süreci, düzen siyasetinin kriz yönetimi ve onarım projelerine yaslanan alternatiflerinin karşısında devrimci siyaseti çağırmaktadır.
Devrimci siyaset, sadece bir iddia ve gereklilik değil, somut bir imkân ve seçenek olarak sahadadır. Henüz olgunlaşmış bir programatik ve örgütsel forma sahip olmasa da, devrimcilerin düzen içi taktik arayışlarına boğulmadan halka gösterecekleri politik adresler oluşmaktadır. Neoliberal-faşist politikaları ve devlet-toplum ilişkisini sorgulatan kitlesel deneyim, enkazdan tribüne uzanan politikleşmiş öfke, komünist bir ruhla sahneye çıkan büyük toplumsal seferberlik ve devrimcilerin bu deneyim ve seferberlik içinde oynadıkları rol, devrimci siyaseti göklerden yeryüzüne indirmiş, belirsiz yarınlardan bugüne getirmiştir. Deneyimi politik bilince, toplumsal seferberliği politik harekete dönüştürüp halkı bağımsız bir politik güç olarak sahneye çıkaracak olan da devrimcilerin iradi müdahalesidir.
Jeolojik depremlerin ardından bir de büyük toplumsal-politik deprem yaşanmıştır. O da devletin ve toplumun gösterdiği refleksler arasındaki büyük farka tanıklık eden kitlelerin zihninde gerçekleşmiştir. On milyonlarca insan, siyasal iktidar ve toplumsal güçler arasındaki çelişkiyi ölüm ve yaşam arasındaki karşıtlık biçiminde idrak etmiştir.
Bu deneyimin yarattığı kitlesel sorgulama ve öfke, enkazda “devlet yok” sözüyle, tribünde de “hükümet istifa” sloganlarıyla ifade edilmiştir. Geniş kitlelerin mevcut düzene rıza göstermesini sağlayan “devlet” algısı sarsılmıştır. Halk en çok beklenti içinde olduğu anda devleti yanında görememiştir. Koruyucu ve güçlü devlet algısının yerini, halkı ölüme iten ve can çekişenin imdat çağrısını da duymayan, asgari yaşam koşullarını sağlayamayan halk düşmanı ve aciz bir devlet algısı almıştır. Devlet yüksek sesle sorgulanmakta, eleştirilmektedir. Erdoğan zaten halkın içine çıkamamaktadır. Belediye başkanından OHAL Valisi’ne, bakanından Devlet Bahçeli’sine, halkın arasına kim karışırsa onlar da bugüne kadar olmadığı biçimlerde tepki ile karşılanmaktadır.
Elbette devletin şiddet aygıtları yerli yerinde durmaktadır ve devlet varlığını bunlarla hatırlatacaktır. Ancak mesele devletin belli bir andaki yokluğunun yarattığı tepki ile karışık yanılsama değildir. Kitleler aynı zamanda, devletin halkın imdadına yetişmediği yerde yaşamı var eden büyük bir toplumsal seferberliği deneyimlemiştir. Milyonların dahil olduğu bu seferberlik piyasa-dışı, halkçı, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, bilimsel ve vicdani doğası gereği sahadaki siyasal ifadesini iktidar karşıtlığında, solda, sosyalistlerde bulmuştur. Sosyalistlerin dar örgütsel sınırlarının ötesinde kitlesel bir toplumsal gerçeklik söz konusudur. Erdoğan iktidarının acziyetini baskı ile örtebilmesini engelleyen, Kemal Kılıçdaroğlu’na “Milleti için var olmayan bir devlet yapısıyla hizalanmayacağım” dedirten de budur.
“Devlet yok” sözü aslında bir başka devlet isteğinin ifadesidir. Beklenen devlet enkaz altında kalmıştır, geri kalanlarımızı da enkaz altında bırakmasını istemiyorsak, halka mezar olan bu enkazın üstünde oturan devlet de yıkılmalı, yenisi kurulmalıdır.
AKP-MHP iktidarına, neoliberalizme ve faşizme karşı alttan alta gelişen direniş eğilimleri deprem sonrası dayanışma temelli bir toplumsal seferberlik biçiminde sahaya çıkmıştır. Devletin sahip olduğu muazzam olanakları halkın ihtiyaçları doğrultusunda seferber etmediği ve piyasanın çöktüğü yerde, komünist ilke ve değerlerin adeta doğal kabul gördüğü bir toplumsal dayanışma deneyimi yaşanmıştır.
Deprem bölgesinde mülkiyet ve piyasa ortadan kalkıp para hükmünü yitirdiğinde insanların ihtiyaç duyduğu şey mülkiyet, para ya da piyasa değil barınma hakkı, beslenme hakkı, enerji hakkı, sağlık hakkı, iletişim hakkı, eğitim hakkı, ulaşım hakkı olmuştur. Piyasa ve meta ilişkileri yıkımdaki rolleri nedeniyle sorgulanırken, toplumsal ihtiyaçların bu ilişkiler dışında karşılanabileceği görülmüştür. Devletin enkaz altında bıraktığı halkı yaşatmak üzere harekete geçen toplumsal seferberlik “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacına göre” ilkesi ile işlemiştir. İşte bu ilke komünizmin en sade tanımıdır.
Peki, kimdi bu büyük seferberliğin öznesi? Enkazlara ulaşmak için üç gün bekleyen ve aradan haftalar geçtiğinde dahi çadır ve su gibi asgari ihtiyaçları karşılayamayan devletin yapamadığını ilk günden başlayarak yapan kim? Aşevlerini, revirleri, kriz koordinasyon masalarını, yardım dağıtım noktalarını kim kurdu? Kadın dayanışmasını kim örgütledi? Çocukları kim güneşe çıkardı? Enerjiyi kim bağladı, kim su getirdi, vinçleri kim çalıştırdı? İtfaiyeciler, madenciler, inşaat işçileri, enerji işçileri, sağlık işçileri, mühendisler, eğitim işçileri, aşçılar, yazılımcılar, mülksüzler ve kendi kaderini mülksüzlerle birleştiren kadınlar, gençler, sanatçılar… Parçalanmış bir üretim yapısı içinde çalışan ancak yaşamı hep birlikte var eden, yaşamı var etmek için bir patrona ya da kendinden başka yöneticiye ihtiyacı olmadığını, kendi yeteneğini toplumun ihtiyaçlarıyla buluşturmak için hızla seferber olup harekete geçebileceğini bu deprem sonrası toplumsal seferberlik vesilesiyle gösteren yeni işçi sınıfı!
Bu yeni işçi sınıfının “Üreten biziz yöneten de biz olacağız!” diyerek kendini bir devlet biçiminde örgütlediğini düşünsek… Tüm bu deneyim, devrimci siyasetin imkânının işçi sınıfının gerçek hareketi içinde aranması gerektiğini göstermektedir. Deprem sonrası deneyim göstermiştir ki bugün yaşamı güvence altına almak, halkın örgütlü gücü ile mümkündür. Halk, devletin “yok”luğunda, kendi yaşamını savunmak için seferber olabileceğini ve örgütlenebileceğini göstermiştir. Mağduriyetin yerini özneliğin alabileceği görülmüştür. Devletin baskıcı “var”lığıyla baş etmek de bu seferberlik ve örgütlenmelerin içinde gelişecek öz savunma potansiyeli ile mümkündür. Devrimci bir yeniden inşanın temeli bu kapasitedir.
Devrimciler deprem sonrasında hemen afet bölgelerine koşmuş, kriz masaları ve dayanışma koordinasyonları kurmuş, iktidarın yol açtığı yıkım ve ölüm karşısında yaşamı savunan toplumsal seferberliğin tam ortasına yerleşmiş ve bu seferberliğin sürekliliğinin güvencesi olmuştur.
Geçmişin birikiminden yeni dinamiklere en geniş ilişki ve olanaklar seferber edilebilmiş, bu çalışmalar devrimciler açısından bir okul olmuştur. En güçlü propagandanın neoliberalizme ve faşizme karşı eleştirinin halkın dilinden ifade edilmesi olduğu görülmüştür. Yıkıntıların üzerinde yeni bir yaşam inşa etmek için yürütülen dayanışma faaliyetlerinde, halkı özneleştiren Yaşam Meclislerinde ve komitelerde halk iktidarı perspektifinin gelişeceği ikili iktidar nüveleri yakalanmıştır.
İlk adımlarını yenilgi yıllarının ağır atmosferini dağıtan direniş hareketleri içinde duyduğumuz yeni bir kadro kuşağı, deprem sonrası toplumsal seferberlik içinde kendi öznel kapasitesini keşfetme imkânı bulmuştur. Devrimci girişkenliğin, işçi sınıfının yaratıcı kapasitesi ve halkın özneleşme potansiyeli ile buluşmasının dönüştürücü etkisi deneyimlenmiştir. Devrimci siyasetin yeniden inşası açısından da somut bir zemin açığa çıkmıştır. Yeniden inşa sürecinde tam da bu zeminde geliştirilen kolektif inisiyatif ve politik kurmaylık belirleyici olacaktır.
Halkın Erdoğan’dan kurtulma isteğini ve iradesi, seçimlerde tüm muhalefeti Erdoğan karşısındaki en güçlü aday arkasında toplanmaya zorlayan bir basınç üretmiştir; ancak seçmen davranışının ötesinde bir politik mücadele potansiyeli söz konusudur. Gezi’nin ardından bir kez daha yaygın biçimlerde yükselen “Hükümet istifa!” sloganlarında ifadesini bulduğu üzere halkın geniş kesimleri, bu iktidarı seçimi kazanıp kaybetmesinden bağımsız olarak ülkeyi yönetmesi kabul edilemeyecek gayrimeşru bir iktidar olarak görmektedir. Erdoğan’ın bir seçim yenilgisini kabul etmesinin oy oranları ile değil olası hile ve saldırılar karşısında geri adım atmayıp mücadele edecek bir örgütlü gücün varlığıyla mümkün olduğu bilinmektedir. Parlamenter siyaset sahnesini kaplayan “helalleşme” ve “uzlaşma” eğilimlerine rağmen AKP düzeni ile gerçek bir hesaplaşma istenmektedir. Halk, sadece oy vererek itiraz ve taleplerini duyuramadığını, parlamenter aktörlerin temsil alanındaki gösteri performanslarının da somut sorunlara somut çözümler sunmadığını görmektedir. Devrimciler seçmen davranışının ötesinde bir mücadele eğilimini ifade eden bu politik potansiyeli, seçim sürecine halkın bağımsız çıkarları doğrultusunda bir müdahalede bulunmak üzere örgütlemelidir.
Erdoğan’ın halka karşı işlediği suçların ardından ve üstelik Anayasa’yı hiçe sayarak aday olduğu bir hileli seçimle kendine yeniden meşruiyet üretmesi kabul edilemez. Ne var ki Erdoğan’ın başka türlü alt edilemeyeceği gerekçesiyle, temsil alanını esas alan bütün muhalefet güçleri seçimlere odaklanmıştır. Millet İttifakı’nın hemen bütün parlamenter muhalefet aktörlerini Kılıçdaroğlu’nun adaylığı etrafında birleştiren formülü ile Erdoğan’ın kaybetme ihtimali güçlenmiş görünmektedir. Ancak bu, Erdoğan’ın iktidarı kaybetmesi halinde onun dış politika mimarı Ahmet Davutoğlu’nu neoliberal ekonomi politikalarının güvencesi olarak görülen Ali Babacan’ı, İstanbul Sözleşmesi karşıtlığı ile bilinen İslamcı Temel Karamollaoğlu’nu, muhalefet içindeki iktidar uzantısı gibi hareket eden Meral Akşener’i de iktidara taşıma koşuluyla yani gerçek bir hesaplaşmayı imkânsız kılacak angajmanlarla mümkün olmuştur. CHP, bu yolculukta sağla bütünleşmiştir. Halk devleti ve sermaye politikalarını sorgular ve eleştirirken, düzen içi muhalefet devleti onarma ve sermaye politikalarını usulünce yürütme vaadindedir.
Kılıçdaroğlu’nun adaylığı Erdoğan’ı seçimde yenilgiye uğratmanın tek adresi haline gelmiş, bu da İyi Parti’den HDP’ye geniş bir yelpazenin karşı koyamadığı bir kutuplaşmanın sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bu, devrimcilerin ne yadsıyabileceği ne de idealize edebileceği bir gerçekliktir. 20 yılda yaşanan büyük yıkıma ve bunun karşısında halkın ortaya koyduğu direniş potansiyeline rağmen Erdoğan iktidarına devrimci biçimlerde son verecek bir seçenek örgütlenememiştir ve boykotun koşulları yoktur. Ancak devrimciler, sermaye politikaları doğrultusunda düzenin onarımını vaat eden bir seçeneğin gerçek bir kurtuluş sunmayacağını açıklamaktan da geri duramaz ve Millet İttifakı’nın adayına kefil olarak oy çağrısı yapamaz. Halkın Erdoğan’ı gönderme istek ve iradesiyle çatışamayacağı gibi düzen içi alternatiflere eklemlenmeyi akılcılaştıramaz.
Ne var ki sosyalist hareketin önemli bir bölümü, siyasal varlık imkanını belirleyici bir güç olmadığı seçim denklemlerinde arayarak ve AKP karşıtlığına indirgenen bir çizgiye hapsolarak düzen içi alternatiflere eklemlenmektedir. Milyonları özneleştirerek seferber eden bir ezilen halk hareketi olarak Kürt hareketinin parlamenter alandaki temsili (HDP bu bayrağı, kapatma davası nedeniyle Yeşil Sol Parti’ye devretmektedir), faşizmin bir halkı yok sayma, işçi sınıfını ve muhalefeti bölerek ülkeyi teslim alma siyaseti karşısında bir anlam taşımaktadır. Faşizmin kurumsal kapasitesinin inşası ve oligarşinin birliğinin sağlanmasında Kürt sorunu anahtar bir role sahiptir. Bu nedenle seçim sonuçlarına dair her türlü iktidar senaryosunda Kürt halkının talepleri karşısında alınacak tutum Türkiye’nin demokratikleşmesine dair de belirleyici olacaktır. İktidarın bu yönde baskılanması salt bir dışsal dayanışma tutumu değil anti-faşist mücadelenin, ezilenlerin ortak mücadelesini yükseltmenin de gereğidir. Ancak denklemin tersten kurulması yani parlamenter temsil üzerinden ezilen sınıfların bağımsız siyasetinin örgütleneceği iddiası gerçeklikten uzaktır. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın “üçüncü yol” iddiası ya da çeşitli sosyalist partilerin “bağımsız siyaset” iddiası bugün fiilen farklı bir sonuç üretmemekte, parlamenter denklemi esas alanlar düzenin onarım projesine eklemlenmekte, belirleyici olmadıkları bir düzen alternatifine meşruiyet üretmektedir.
Halk muhalefetini seçmenliğe indirgeyen bir çizgi ile Erdoğan’ın olası saldırıları engellenemeyeceği gibi bugün AKP’de simgeleşen neoliberal-faşist düzenden kurtulacağımız gerçek bir hesaplaşma da mümkün değildir. Esas olarak Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırma motivasyonu ile sandığa gidip Kılıçdaroğlu’na oy verecek muhalif kitleler de bunun farkındadır ve esas istediklerini elde etmek için kendilerine dayatılan seçmenlik pozisyonuyla yetinmeyeceklerdir. Düzen siyasetinin bütün kanatları ezilen sınıfları pasifize etmek ve savunmasız kılmak için ne kadar seçim meydanına hapsetmeye çalışırsa çalışsın, Türkiye toplumunun politik muhalefeti seçmen davranışına indirgenememekte, seçim meydanına sığmamaktadır.
Devrimciler seçimlerin öncesinde, seçim gününde ve seçim sonrasında kesintisiz süren sınıflar mücadelesinde halkı savunmasız, sessiz, eylemsiz ve örgütsüz bırakamaz.
Düzenin onarımı (restorasyon) programı karşısında halkın bağımsız talepleri yükseltilmeli, faşizme karşı sokağın başı tutulmalı, halkın iktidar mücadelesini yürütecek siyasal adres olarak parlamenter temsil mekanizmaları değil halkın hak ve öz savunma mücadelelerini yürütecek öz örgütleri gösterilmelidir. Seçimler hangi senaryo ile sonuçlanırsa sonuçlansın, devrimci siyasetin imkanlarını yeşerten toplumsal gerçeklik ancak bu şekilde düzenin kitle pasifikasyonu kampanyalarına kurban edilmez ve halkın bağımsız çıkarlarını savunanlar ancak bu şekilde ülkenin yeniden inşasında etkin bir unsur olarak var olabilir.