İsyan dönemlerinde proletarya, düzeni tehdit edecek derecede yüksek ücretler talep ediyordu. Şimdi ise ücretler o denli düşük ki eskisinden daha tehlikeli bir biçimde yine düzeni tehdit ediyor.
Kapitalizmin en büyük buluşu “ücretli çalışma”dır. Ne ürettiğimizin önemi yok, “ücret gelirinin” peşindeyiz. Ömrümüzü çalışarak tüketiyoruz. Çalıştıkça daha fazla tükeniyoruz. Fazla mesai, ek işler de yetmiyor. Ne var ki çok çalışarak “iyi bir yaşam” elde etmek artık imkânsız… Biz ücret için yaşıyoruz, onlar “kâr” için dünyayı talan ediyor.
Ücret ne denli düşük tutulursa kâr o denli yükseliyor. Sömürünün sırrı bu ters orantıda saklı. Kaldı ki sürekli ücretleri düşük tutma sadece bir servet biriktirme ve sömürü aracı değil, aynı zamanda işçi sınıfını kontrol altında tutma, sınıf-içi hiyerarşi ve tabakalaşmayı besleme, rekabeti canlı tutuma aracı olarak kullanılıyor. Zaten kavga buradan patlak veriyor. Proletarya “satın alınmış ve ele geçirilmiş” herhangi bir mal olmadığını her fırsatta gösteriyor: üretimde, toplumsal yeniden üretimde, fabrikada, mahallede, kampüste, yeraltında, yerüstünde, çokkatlı ofis binalarında, kentin arka sokaklarında isyan ve direniş halinde. Ücretler için mücadele sınıf savaşlarındaki yerini yitirmediği gibi daha da önemli hale geldi.
Ücretler için mücadelenin artan önemi
Bugün yoksul ve güvencesiz bir işçi toplumuna dönüşen Türkiye’de, ücretler için mücadelenin önemi artmış, mücadele alanı genişlemiştir. En başta yeni tip mülksüzleştirme olmak üzere neoliberal gelişmelere bağlı olarak bunun iki temel sebebi var: Birincisi ileri teknolojinin yol açtığı çalışmanın (işin) yeni örgütlenme biçimi; ikincisi temel kamusal-toplumsal hakların tasfiyesinin yol açtığı toplumsal yıkım. Her iki durumda da ücretlere bağımlılık derinleşmiş ve yaygınlaşmış, “ücretli kölelik düzeni” emekçi sınıfların bütün kesimleri için bir “kölece işçilik düzenine” dönüşmüştür.
Üretici güçlerin gelişimi ve bilimsel teknolojik yeniliklerin (otomasyon, dijitalleşme) üretime katılmasıyla çalışmanın doğası ve işin organizasyonu (emek rejimi) sermaye lehine önemli değişimler geçirmiştir. Çalışmanın esnekleşmesiyle emek üretkenliği kısa bir süre için artmış, işgünü ve çalışma yoğunlaşmıştır. Üretimin parçalanması, sınıfsal-mesleki parçalanmayı, vasıfsızlaşmayı ve yabancılaşmayı da derinleştirmiştir. “Performansa dayalı ücretlendirme” gibi ücretleri esneten ödeme yöntemleri sınıf-içi eşitsizliği büyütüyor. Teknolojik yenilikler sonucu büyük işsiz kitlelere “teknolojik işsizlik” denilen yeni bir işsizler katmanı ekleniyor. Sürekli artan işsiz kitleler, ücretleri sürekli aşağı doğru baskılıyor, gerçek ücretler düşüyor. Son on yılda ücret payı net katma değerden yüzde 57,5’ten yüzde 26,9’a geriledi. Merkez Bankası’na göre Türkiye’de sanayi sektörünün genelinde yüzde 50 (giyimde yüzde 70), inşaatta yüzde 71’lik kesim asgari ücret ve altında çalışıyor. Ortalama ücret, asgari ücret seviyesine indi. Asgari ücret en düşük ücret sınırı olarak görülse de sermaye bu “asgari sefalet sınırını” dahi ihlal ediyor. Baskılanan, açlık ve yoksulluk sınırı altında eşitlenen ücretler; sermaye lehine muazzam bir servet ve güç biriktirme rejiminin devamlılığını sağlıyor. Sınıf-içi rekabeti keskinleştirerek sınıfın birliğini zorlaştıran yakıcı bir örgütsel sorunun da bileşeni haline geliyor. Esnekleşen, hızlanan, akışkanlaşan çalışma sürecinde, çalışma süresi, yoğunluğu, görev tanımı işçi sınıfı aleyhine değişiyor. Örneğin pandemide uzaktan çalışmayı yaygınlaştıran sermaye, esnek çalışmanın ne denli esneyebileceğinin (tüm toplumsal yaşamın sömürgeleştirilmesi) örneklerini gösterdi. Tüm ev-içi zamanı işgününe dönüştürmesinin yanında maliyetin önemli bir bölümünü de işçinin sırtına yıktı.
Emeğin verimliliğini kısa süreliğine de olsa artıran bilimsel teknolojik yenlikler, özellikle dijital teknoloji, internetin üretime katılması gerçek ücretleri olağanüstü boyutlarda aşağı çekiyor.
Daha da ötesi temel kamusal-toplumsal hakların tasfiyesinin yol açtığı toplumsal yıkım, ücretli çalışanların maliyetini kapitalistlere bir yük olmaktan çıkarıp toplumsallaştırarak tüm halkın sırtına yıkmıştır. Sosyal güvencenin ve toplumsal korumanın tasfiye edilmesiyle eğitim, sağlık, barınma beslenme, ulaşım gibi temel yaşamsal gereksinimler (temel kamusal-toplumsal haklar) metalaştırılıp işçi sınıfı tümüyle ücret gelirine bağımlı hale getirildi. Bir zamanlar işçi sınıfı hareketinin baskısıyla bir hak olarak “sosyal devletçe” kamusal güvence altına alınmış toplumsal yeniden üretimin faturası da toptan işçi sınıfına ödetiliyor. İşçi sınıfının yaşamını kolaylaştıran piyasa denetleyici mekanizmaların ve ucuz temel ihtiyaç maddeleri üreten kamu işletmelerinin tasfiyesi bunun iki temel örneğini oluşturuyor. “Gerekenin en azı kadar” ücretle geçinmeye zorlanan işçi sınıfının toplumsal yaşamını sürdürme olanakları tümüyle elinden alınıyor. Ücretlerin sürekli aşağı çekilmesine bir de yüksek enflasyon politikası eklenince halkın temel yaşamsal ihtiyaçlara erişimi bile iyice imkânsız hale gelmiştir. Duruma “hayat pahalılığı” diyen halk, en stratejik kavramı keşfetmiş görünüyor. Ücretleri düşürüp mal ve hizmetlerde fahiş fiyat politikası izlediğinizde, bırakın “insanca yaşam” talebini, “hayatta kalmak” işçi sınıfının en büyük davası haline geliyor.
‘En tehlikeli düşmanlık’: ücretler için kavga!
En büyük hayaline kavuşmuş olmanın hırsıyla ücret seviyelerini “mutlak minimuma” doğru ittikçe daha fazla hırslanan sermaye, önüne çıkan tüm engelleri “en tehlikeli düşman” ilan ediyor. Oligarşi, insanlığı hem “üç kuruşa” muhtaç bırakmış hem de “üç kuruşu” bile vermemek için polisi, kontrgerilla-mafya-tarikat çetelerini, medya-kara propaganda ağlarını iktidara getirmiştir. Hem insanlığın tüm gereksinimleri paraya bağlanmış, “para her şeyin ölçüsü” haline getirilmiş hem de parayı elde etmenin en temel biçimi olan ücretli çalışma sürekli baskı altına alınış, güvencesiz hale getirilmiş, işsizlik artırılmıştır. Ücretleri yükseltme, en azından düşüşü duraksatma ya da koruma mücadelesi verenler en tehlikeli düşman muamelesi görüyor. Ücretli kölelik “apaçık doğa yasalarıymış gibi” görülüyor.
Ücretleri ‘yükseltme’ mücadelesi
Ücretleri yükseltme mücadelesi işçi sınıfı hareketinin önemini ve güncelliğini hiç yitirmeyen mücadele alanıdır. Elbette kapitalist toplumsal düzen var oldukça ücret yasası belirleyiciliğini sürdürecek, işçiyi kendi emek ürünün kölesi yapan zincirler varlığını sürdürecektir. Bu nedenle ücret temelli mücadelelerin tümü, ücretli çalışma düzeninin yıkılması stratejik hedefine bağlı olarak yürütülmelidir. Ancak yine de ücret temelli mücadelelerin bugünün kapitalist gerçekliğindeki taktik önemi, politik niteliği ve devrimci potansiyeli önemini artırarak korumaktadır.
Büyük ücret gerilemesini durdurmak ya da yavaşlatmak; ücretler ve fiyatlar üzerinde kolektif proleter denetimi kurarak emeğin üzerindeki baskıyı hafifletmek; temel kamusal-toplumsal hizmetleri parasız elde etmek; sermayenin vergilerinin artması yönünde sermayeyi-iktidarı-devleti baskı altına almak, korku salmak ciddi devrimci olanaklar taşımaktadır. Yeter ki soruna sınıf savaşları gözüyle bakılsın; sektörel-ekonomist mücadele muamelesi yapılmasın; kısmi, sektörel, ekonomik çıkarlara kapılıp “durumu kurtarma” derdine düşülmesin. Onurlu sendikal tarihimiz bunun olumlu örnekleriyle doludur. “Adil bir işgünü karşılığında adil bir ücret”, “eşit işe eşit ücret” gibi sloganlar koca bir kazanımlar tarihini simgeliyor. “Üreten biziz yöneten de biz olacağız” bayrağıyla Yeraltı Maden İş’in Yeni Çeltek-İşyeri Komite ve Konseyleri, ücret ve temel ihtiyaçların belirlenmesi ve sağlanması temelli mücadelenin aynı zamanda bir halk hareketi olarak örgütlenmesinin yaratıcı bir örneğidir. Ne var ki tarihsel başarılarına karşın bugün dar sendikal çizgiye sıkıştırılan mücadelenin kazanımları, bırakın ücretlerin yükseltilmesini, ücretlerin aşağı düşme eğilimini bile yavaşlattığı az rastlanır bir olaydır. Bugünün proleter-yoksul-güvencesiz toplumunda ücret sorunu işyeri sınırlarının çok ötesine geçmiş, toplumsallaşmış, kolektif bir “hayatta kalma” davasına dönüşmüştür. Temel toplumsal gereksinimleri için yürütülen hak mücadelesiyle ücretler için mücadele nesnel-toplumsal olarak iç içe geçmiş, ücretler için mücadele topyekûn hayatın savunusu sorunu haline gelmiştir.
İsyan ve direniş yoluyla ‘toplu sözleşme’
Ücretler için mücadele dar anlamıyla sendikal “toplum sözleşme” sınırlarının ötesine taşmış, toplumsal mücadelelerin genel-ortak konusu haline gelmiştir. Burada ücretlerin genel düzeyini artırmak ya da temel toplumsal hakları elde etmek uğruna mücadele tek tek işyerlerini/alanları aşan birleştirici bir ortak paydadır. Ücretler için mücadele tüm oligarşik tahakkümü; siyasal iktidarı ve sermayeyi karşısına alan politik toplumsal bir mücadeledir. “Yerli ve milli” kontr-finans ağlarına, oligarşik bir çete düzenine karşı halkın birleşik mücadelesini gerektirir. Bir ucunda emperyalist tekellerin bulunduğu sömürgecilik zincirine karşı güçlü bir antiemperyalist bir içeriğe bürünür. Ücreti ve ücretlerin sürekli aşağı çekilmesini işçi sınıfını kontrol aracı olarak kullanmayı ödünsüz bir karşı-devrim programı haline getiren faşizme karşı kararlı bir antifaşist mücadeleyi zorunlu kılar. Salt piyasa işleyişine indirgenen ücret sistemi ve bu dar çerçevede yürütülen “ekonomist” ücret mücadelesinin tersine devrimci bir çizgi olarak toplumsal muhalefetten beslenir.
Politik bir mücadele olarak ücretleri için mücadele, emekli maaşlarının yükseltilmesinden asgari ücretin belirlenmesi ve yükseltilmesi mücadelesine kadar toplumsal genişleme olanakları taşıyor. Yoksul, güvencesiz, sürekli toplumunun dışına itilen, kadın, göçmen, çocuk, öğrenci, işsiz kısaca tüm ezilen toplumsal kesimlerin ücret zorbalığına karşı nesnel olarak birleşik mücadelenin nesnel imkanları olgunlaşıyor. Neoliberal kapitalist zorbalığın son geldiği noktada özellikle “ucuz, güvencesiz kadın ve göçmen emeği” sömürüsüyle ayakta kaldığı hesaba katılırsa, ücretler için mücadele bu iki devrimci potansiyeli temel alan özel bir stratejik yaklaşımı gerektiriyor. Sürekli değersizleştirilen “ucuz-güvencesiz-cinsiyetleştirilmiş-ırksallaştırılmış çalışma” mücadelenin temel gündemleri arasına alınmalıdır. Ücret esnekliğini (eşitsizliğini) ortada kaldırıp, “işten kovma” tehdidini boşa düşürerek işçi sınıfı hareketini güçlendirecek adımlar yine stratejik bir ihtiyaca işaret ediyor. Bu mücadelenin diğer bir potansiyel gücü de sürekli büyüyen işsiz kitlelerdir. İşsizliğin aktif çalışan kitleler üzerinde bir kontrol aracı olmaktan çıkarılması gerekiyor. Sürekli daha fazla artık emekgücü üreterek ücretleri sürekli aşağı doğru baskılayan sisteme karşı işsiz proleter kitlelerin örgütlenmesini temel alan bir ücret mücadelesi bugünün sınıf örgütlenmesinin ve sınıf savaşlarının temel konularındandır.
Ücretleri belirleyenler siyasette de belirleyici güçlere hükmediyorlar. Erdoğan’ın son “seçim başarısı” bunun ezber bozan yolarından birini gösteriyor. Ücretleri genel olarak aşağı çeken ancak çalışan sayısını artırarak aile gelirini artıran iktidar, yoksul proleter kitlelerin desteğini almayı yine başardı. “Geçim derdinin” en yaygın hoşnutsuzluklarında biri olduğu şartlarda devrimcilerin ve düzeniçi muhalefetin inandırıcı, güvenilir alternatifler üretmemesi, halkın faşizme ve gericiliğe teslimiyeti bakımından derslerle doludur. Bu şartlarda ücretler için mücadele güçlü toplumsal-politik örgütler ve güçlü kaynaklar; kararlı, birleşik direnişler ve isyanlar gerektiriyor. “Kahrolsun asgari ücret düzeni!” ve “Ücretli köleliğe son!” itirazlarını daha çok duyacağımız günlere doğru gidiyoruz. Kendiliğinden alevlenip sönen işçi direnişleri, hak arama, varoluş mücadeleleri bunun ilk göstergeleridir. “Asgari ücret”in seviyesinin belirlenmesi; birikmiş hakların hesabının görülmesi; güvencesiz işçi havzalarında-mahallelerde ücret-güvence-çalışma şartlarının koşulması artık toplumsal isyan ve direnişlerin konusudur. Bir zamanlar Makine Kırıcılara için “ayaklanmalar yoluyla toplu sözleşme” yapıyorlar derlerdi. Bugün eskisinden daha farklı, daha gelişmiş ve daha “tehlikeli” bir “ayaklanmalar yoluyla toplu sözleşme” çağına giriyoruz. Ücrete bağımlılığın yarattığı muazzam yoksullaştırmaya ve mülksüzleştirmeye karşı ücretler için mücadele, isyana doğru ileri politik adımları içeriyor.